|
|
 |
Siyasi bilgiler |
Taliban Niye Devrildi, İpekçi Niye Öldürüldü?
DERİN HABER
Hani; “Bu pilav çok su kaldırır” diye bir söz vardır ya, öyle görünüyor ki, önceki gün tahliye edilen Mehmet Ali Ağca da, daha çok konuşulacak, çok tartışılacak. Hele hele, bu şekilde oynamaya devam ederse, daha çook senaryo yazılır, çok oyun konulur sahneye. Dolayısıyla da; Ağca’nın kurgu mu yaptığı, yoksa gerçekleri mi açıkladığı hiçbir zaman anlaşılamaz. Ama, anlaşılan bir gerçek var; o da, Ağca’nın; birileri tarafından tetikçi olarak kullanıldığı! İnkâr edilemez bir gerçektir ki; Ağca, birilerinin yazdığı senaryonun aktörüdür! Adına, ister Ergenekon deyin, ister Derin Devlet veya başka bir şey! Bugün Alparslan Arslan’ı Danıştay cinayetinde kullanan hangi odak, hangi mahfil ise, Ağca’yı da İpekçi cinayetinde ve Papa suikastinde kullanan onlardır! Ağca, bir oyun kurucu değildir, sadece bir oyuncudur!
Azmettiriciler perde arkasındadır!
Derinlerde, karanlıklarda!
TETİKÇİYE SALDIR, AZMETTİRİCİYİ ALKIŞLA!
Olayın özü ve özeti budur.
Terslik ise şurada!
Özellikle kartel medyası; eşeğini dövemeyip, semerini döven insanların mantığı ile yaklaşmaktadır olaya.
Dünkü gazetelerde manzara buydu. Sadece bir tetikçi olan Ağca’ya kıyasıya saldırıyorlar ama azmettiricilere tek lâf etmiyorlar!
Oysa, İpekçi Cinayeti, tam da Ergenekon tarzı bir cinayettir!
Ne tuhaftır ki;
Ergenekon tetikçisi’ne saldıran medya, Ergenekon’un kendisine tek söz söylemiyor, aksine Ergenekon avukatlığını sürdürüyor!
Bu yaman çelişkiyi, lütfen bir kenara not edin! Çünkü, bu çelişki dolayısıyladır ki; Derin Devlet veya Ergenekon ya da Kontrgerilla rahatlıkla at oynatmakta, kendisine yeni tetikçiler bulmakta, düşmanlarını onlar eliyle ortadan kaldırmakta, istediği zaman kaos oluşturabilmektedir!
Şunu söylemek mümkün:
Azmettiricilerle değil de, tetikçilerle uğraşan medya, bir anlamda cinayetlere yardım ve yataklık etmektedir!
Medya, semer yerine eşekle uğraşsa, belki bu cinayetler, suikastler ve kaos son bulur!
Öyle ya;
Dün Ağcaları bulan ve kullanan mahfil ve odaklar, bugün Alparslan Arslan’ları, yarın da başka tetikçileri bulur ve kullanır!
ABD, TALİBAN’I DEVİRDİ, ÇÜNKÜ!
Bunu böylece belirttikten sonra, gelelim başlıktaki soruya.
Taliban niye devrildi,
İpekçi niye öldürüldü?
Açık ve net söylüyorum;
Dünyada meydana gelen savaşların, isyanların cinayetlerin ve sabotajların perde arkasında petrol vardır, silâh vardır, uyuşturucu vardır!
Afganisan’ı işgal edip Taliban’ı deviren ABD’nin hedefi, kesinlikle terörle mücadele filan değildi. ABD’nin amacı, uyuşturucu trafiğini kontrol altına almaktı!

Bir İngiliz askeri Afyon tarlasında nöbet tutuyor, Afganistan, 2009.
Görüyor ve duyuyorsunuz;
İşgal altında olmasına rağmen Afganistan’da olaylar bir türlü sona erdirilemiyor. Hemen her gün patlama, hemen her gün onlarca ölü!
O halde niye sürüyor işgal?
Elbette uyuşturucu için!
Cüneyt Arvasi’nin önceki günkü İşgal artı Afganistan, eşittir uyuşturucu başlıklı yazısı, çok enteresandı. Afganistan’ın, dünya afyon üretiminin yüzde 90’ını gerçekleştirdiğini ifade eden Cüneyt Arvasi, yazısında BM Uyuşturucu ve Suç Dairesinin rakamlarını aktararak diyordu ki;
Taliban döneminin sona erdiği 2001 yılında 185 metrik tonlara kadar inen yıllık afyon üretimi, 2004 yılında 4200 metrik tona, 2008 yılına gelindiğinde ise 8500 metrik tona yükseldi.

Afganistan’da Aile Boyu Uyuşturucu Bağımlılığı
Geometrik olarak katlanan bu hasat, yüzlerce ton saf uyuşturucu madde anlamına geliyor.
Narkotik uzmanlarına göre bu üretimin yıllık değeri 400 milyar doları aşıyor.
Mantıksızlık da işte tam burada başlıyor.
Afganistan, terörizmle mücadele iddiası ile 2001 yılında ABD tarafından işgal edildi. Fakat aynı topraklarda terörizmin en önemli finans kaynağı olan uyuşturucu üretiminde rekor patlamalar yaşandı.
Peki, bu ne anlama geliyor?
Uluslararası uyuşturucu işlerinde, istihbarat örgütleri, politikacılar, bürokratlar, kaçakçılar ve terör örgütleri arasında ittifaklar kurulabiliyor. Bunun yığınla örneği var.
Bu zincirin halkaları içinde, bankalar ve banka dışı mali kuruluşlar da yer alıyor.
Para aklama işlerini kolaylaştıracak finansal araçlar her geçen gün daha da çeşitlenirken, dünyada bir yıl içinde 700 milyar dolar uyuşturucu parasının el değiştirdiği söyleniyor.
Bu paralar bir şekilde yıkanıyor ve sistemin içine giriyor.
Sistem de, bu paraları, ABD düşmanı ülkelerle savaşan örgütlere aktarıyor!
Yani, bu paralar iç savaş çıkarmada, kaos çıkarmada kullanılıyor! Bunun, başka izahı yok!
GÜN SAZAK TEKERE TAŞ KOYUNCA!
Öyle sanıyorum ki; bu işgal ve uyuşturucu ilişkisi, meseleyi yeterince açıklamaya yeterlidir!
Şimdi diyeceksiniz ki;
İyi, hoş da, Afganistan’da Taliban’ın devrilmesiyle, Türkiye’de Abdi İpekçi’nin öldürülmesi arasında ne gibi bir ilişki, ne gibi bir bağlantı var?
Bu bağlantıyı görebilmek için, o günlere, yani Abdi İpeki’nin vurulduğu 1 Şubat 1979’un öncesine gitmek gerekir. Çünkü, o günleri bilmezsek, taşları yerine koymamız ve olayın derinliğini görmemiz mümkün olmaz!
Ne oldu İpekçi vurulmadan önce?
Takvim’den Emin Pazarcı, iki günlük yazısında o günleri şöyle anlatıyordu:
21 Temmuz 1977’de İkinci Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulmuş, MHP’li Gün Sazak, Parlamento dışından Gümrük ve Tekel Bakanı olarak görev almıştı.
O dönemde gümrükler kevgir gibiydi. Devlet otoritesi yok olmuş, kaçakçılar dilediği gibi at oynatıyordu. Koskoca fabrikalar yapılıyor, ancak Türkiye’ye sokulan makineler için tek kuruş bile gümrük vergisi ödenmiyordu.
Bilanço korkunçtu. Devletin resmi raporlarına göre, gümrüklerdeki kaçakçılıktan, devletin her yıl petrole ödediği para kadar kaybı vardı.
Bir yandan her türlü makine gümrüklerden kaçak olarak giriyor, diğer taraftan silah ve uyuşturucu kaçakçılığından büyük rantlar elde ediliyordu. Sigara ve hammadde kaçakçılığı ise alıp yürümüştü.
İşte böyle bir dönemde koltuğa oturan Gün Sazak, işe son derece kararlı başlamıştı.
Rivayete göre, bütün önemli bürokratları tek tek yanına çağırıp, masanın bir yanına silah, diğer yanına da bir çanta para koyup, bakın demişti:
Benim silahım da var, param da. Kararlıyım ve gümrüklerdeki kaçakçılığı önleyeceğim. Herkes ayağını ona göre denk alsın. Ardından da bir kontrolörler kurulu oluşturup, güvenilir, sağlam, ahlaklı pek çok ismi bakanlıkta görevlendirmişti.
Gümrüklerdeki kaçakçılık yavaş yavaş yok olmaya başlamıştı. Daha sonra, o dönemde Türkiye’nin alışık olmadığı gelişmeler yaşandı. Sosyal Demokrat Abdi İpekçi, sağcı damgasını yiyen yazarların bile yazamayacağı bir yazı kaleme aldı.
Yazıda mealen şöyle deniliyordu:
Ülkücülerle ilgili peşin hükümler var. Anlaşılıyor ki, biz bu peşin hükümleri gözden geçirmeliyiz. MHP’li Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak, olağanüstü bir çaba ile gümrüklerdeki kaçakçılığı önledi.

Gün Sazak ve Alparslan Türkeş
O DOSYA, HÂLÂ BULUNAMADI!
Kaçakçılık çeteleri, Gün Sazak yüzünden rantlarını kaybetmişken, Milliyetçi Cephe Hükümeti düşürüldü. Adalet Partisi’nden 11 milletvekili istifa ettirildi ve Ecevit tarafından yeni bir hükümet kuruldu.
İlginçtir, transfer edilen bu isimlerden biri olan Tuncay Mataracı da Gümrük ve Tekel Bakanlığı’na getirildi. Mataracı ile birlikte kaçakçılar için yine saadet dönemi başladı. Hatta işler o kadar ileri gitti ki, kaçakçıların talebi için gümrüklere yapılan tayinlerde bir tarife bile oluşturuldu. Her işin bir bedeli vardı.

Tuncay Mataracı
Siyasi yelpazenin iki ayrı kutbunda bulunan, ancak kaçakçılık konusunda birbirine destek veren Gün Sazak ile Abdi İpekçi’nin akıbetleri de aynı oldu. Abdi İpekçi, Mehmet Ali Ağca’nın silahından çıkan kurşunlarla can verdi. Gün Sazak da taşeron bir örgüt olan Dev-Sol militanları tarafından öldürüldü.
1970’li yılların çatışma ve 1980’lerin darbe ortamı ortadan kalktıktan sonra, sağlıklı düşünen çevreler, Abdi İpekçi ile ilgili bazı gerçekleri de keşfetmeye başladılar.
Abdi İpekçi, not defterine gümüş, eroin ve silah kaçakçılığı ile ilgili bazı notlar almıştı.

Öldürülen Abdi İpekçi
Çok önemli bir kaçakçılık dosyası üzerinde çalışıyorum, yakında açıklayacağım demişti. Cinayetten kısa bir süre önce, içinde İpekçi’nin özel telefon numaraları, adresler ve notlar bulunan defteri kaybolmuştu.
O dönemde Türkiye’deki kaçakçılık işlerini Bekir Çelenk ve Abuzer Uğurlu gibi isimler yönetiyordu. Merkez, Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da bulunan Vitoşa Otel’di. Türkiye’nin ünlü kaçakçıları, burada bir araya geliyorlar ve Bulgaristan Hükümeti’nin de bilgisi dahilinde kaçakçılık organizasyonları yapıyorlardı.
Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye yapılan silah kaçakçılığını da bizzat Sovyet Gizli Servisi KGB yönetiyordu.
Bekir Çelenk hayatını kaybettikten sonra, Mehmet Ali Ağca ilginç bir açıklama yaptı.
Abdi İpekçi Suikastı’nın sırları Bekir Çelenk’le birlikte gömüldü.

Bekir Çelenk
VUR EMRİ MASON LOCASINDAN!
Bu satırlar, İpekçi’nin niye öldürüldüğünü anlamaya ve anlatmaya herhalde yeterlidir!
Bir defa daha söyleyelim;
Irak ve Afganistan niye işgal edildiyse, Saddam ve Taliban niye devrildiyse, Gün Sazak niye öldürüldüyse; Abdi İpekçi de o sebeple öldürülmüştür!
Yani, petrol, silah ve uyuşturucu kaçakçılığını önlemeye çalıştıkları için!
Haa, şunu da ekleyelim:
Abdi İpekçi’nin öldürülmesi emrini verenler, kendisinin de içinde yeraldığı mason locasıdır! Çünkü İpekçi; kendi locasının, Türkiye’de silah ve uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını öğrenmiş, belki de bunu yazmaya hazırlanıyordu!
Tetikçinin tahliyesi dolayısıyla gürültü koparıp, ortalığı velveleye verenler, her ne hikmetse olayın bu boyutuna hiç girmiyor!
Semerlere vuruyorlar ama,
Eşeklere hiç dokunan yok!
Kaçakçılığa gelin, kaçakçılığa!
Uyuşturucuya gelin, uyuşturucuya!
Baronlara ve Ergenekonlara gelin!
Savaş ve cinayetlerin sırrı orada!
Bekir Çelenk Kimdir?

Ünlü uyuşturucu ve silah kaçakçısı. Gaziantep doğumlu. Trabzon’da 1967’de ortaya çıkarılan bir silah kaçakçılığı olayına adı karıştı. Türkiye’de aranırken, İngiltere’de oturma izni aldı. Bu olaydan sonra İstanbul’a yerleşti ve Nilüfer Koçyiğit’le evlendi. CIA denetiminde silah ve uyuşturucu kaçakçılığı yapan Henri Arslanyan’la tanıştı. Adamı Ömer Mersan, 1980’de Sofya’da Vitoşa Oteli’nde buluştuğu Ağca’ya Hintli Joginder Singh pasaportunu verdi. 1980’de Türkiye’den kaçtı. 1985’te İstanbul’a gelerek teslim oldu. Kaçakçılık suçlarından yargılanan Çelenk, 14 Ekim 1985’te Mamak Askeri Cezaevi’nde geçirdiği kriz sonucu öldü. Ağca’nın yurtdışına kaçırılmasında rol oynadığı belirtilen Çelenk’in, Ağca’ya üç milyon mark vererek Papa’yı öldürmesini istediği ileri sürüldü.
(Hasan Karakaya, Vakit, 2010-01-20)

Kayıtdışı Siyaset
DERİN HABER
Mızrak çuvala sığmıyor. Özel Harp Dairesi’nden emekli Yarbay Şenol Özbek çarpıcı bilgiler veriyor: “Ordudaki bazı insanların cuntacı faaliyetler içine girdiği açık. Hedefleri iç savaş. Suikastlar yapılabilir” diyor. Yeraltından çıkan silahlar boşuna değil. Denizaltında ele geçirilen patlayıcılar ve sabotaj planları hayal ürünü değil yani. Bunları bilmek için örgüt üyesi olmak, kahin olmak gerekmiyor. Daha önce farklı ülkelerde yaşanan tecrübeler bunu gösteriyor. Bunlar beklenen şeyler. Şenol Özbek de bu kaygısını dile getiriyor. Ama bunların tasfiye aşamasında sorun çıkarmalarına rağmen başarılı oldukları tek bir ülke bile olmadı. Aksine direniş ne kadar güçlü, tasfiye ne kadar sorunlu oldu ise, örgüt o oranda büyük zarar gördü ve bedel ödedi.

Emekli Yarbay Şenol Özbek
Hiçbir şansları yok. Onları oraya yerleştiren irade, bugün onların gitmesini istiyor. Bu konuda kararlı ve gerektiğinde acımasız olabilir. Oyun bitti! Oyuncular oyunun bitmemesini istiyorlar. Oysa yeni oyun ve oyuncular sahne almak için bekliyor. Tıpkı bir zamanlar sizin başkalarını iktidardan uzaklaştırıp onların koltuklarına sizin oturduğunuz gibi. Şimdi demir almak zamanıdır ve sıra sizde. Soğuk savaş bitti. Japon dağlarında savaşın bittiğine inanmak istemeyen Japon savaşçısına benziyorsunuz.
Özel Harp Dairesi’nin tarihini anlayabilmek için basında çıkan şu kronoloji çok açıklayıcı: 1933’de Nazi Partisi Nasyonal Sosyalistler’in Almanya’daki yükselişine denk gelecek şekilde savaş öncesi Türkiye’de, 1949’da bugünkü Milli Güvenlik Kurulu adını alacak olan Yüksek Müdafaa Meclisi kuruldu. Görevi milli seferberlik planlarının hazırlanması ve seferberlik halinde valiliklere verilecek görevlerin tespitiydi. 1949’da MGK’nın görev tanımına ’seferberlik’ konularının yanı sıra ‘İç ve dış güvenlik konularına karşı hazırlık yapma’ yetkisi de eklendi. 1947’de Bernard Baruch, ilk kez Doğu ve Batı Blok’u tanımlamasıyla birlikte ‘Soğuk Savaş’ kavramını kullandı. Türkiye, bu yeni dengede, Amerika’nın müttefiki idi. 1948’de Türkiye’den bir grup subay, Amerika Birleşik Devletleri’ne gayri nizami harp eğitimi almak üzere gönderildi. 1952’de 27 Eylül’de Amerika’nın isteği, Milli Savunma Yüksek Kurulu’nun tavsiyesiyle, Milli Avcı Birlikleri kurulmasına ilişkin kanun yürürlüğe girdi. Bu kanunla, gayri nizami harp yapabilecek örgütlenmeyi sağlamak ve düşman işgali sırasında savunma birlikleri kurmak üzere görevlendirildi.

Bernard Baruch
Özel Harp Daire Başkanlığı görevinde bulunan Korgeneral Daniş Karabelen kimdi? O, Osmanlı’nın son döneminde Teşkilat-ı Mahsusa’nın bir subayıydı. Filistin’de çarpışan 5. Ordu’da görev aldı. Cemal Paşa ve Ali Fuat Cebesoy ile birlikte cephede bulundu. Ama asıl bağlı olduğu kişi Süleyman Askeri’ydi. Karabelen, milli mücadelenin ilk yıllarında Karakol Cemiyeti’nde çalıştı. Ardından ordunun çeşitli kademelerinde görev yaptı. Tümgeneral rütbesindeyken Özel Harp Dairesi’ni kurdu.

Daniş Karabelen
İnternetten derlediğim bilgilere göre, “1969’un 8 Eylül’ünde gazeteci İlhami Soysal, Özel Harp Dairesi subaylarından Yarbay Raci Tekin tarafından öldüresiye dövüldü. Yarbay Tekin’le beraber Astsubay Başçavuş Yüksel Aşçıoğlu ve Astsubay Sadık Görmez de Soysal’a saldırmışlardı. 1960′lı yıllarda Masonlar üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Soysal, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural hakkında yazdığı yazılardan dolayı tehditler alıyordu. İsmet Paşa, Soysal’ı birkaç kez üstü kapalı bir şekilde Orgeneral Tural’ı araması ve işi tatlıya bağlaması konusunda uyarmıştı. O gün Soysal’a saldıran Yarbay Raci Tekin, delil yetersizliğinden beraat etti ve Kıbrıs’a yollandı. Kıbrıs, Özel Harp Dairesi’nin staj sahası gibiydi. Raci Tekin, Ergenekon tutuklusu Muzaffer Tekin’in babasıdır.”

Salih Raci Tekin
1977’de Kanlı 1 Mayıs’ta Taksim’de toplanan binlerce kişilik kalabalığın üzerine ateş açanların da Özel Harpçi olduğu. Avukat Rasim Öz, katliam belgelerinin Daire’nin arşivinde olduğunu iddia ediyor. Uzun lafın kısası, bu örgütü Amerika kurdu. Sorun Genelkurmay’a, “Özel Harp” diye bir örgüt var mı?” diye; “Yok” diyecektir. Hem yok, hem varsa, işten asıl sorun o. Demek ki, varolan yapı illegaldir. Oraya girip araştırma yapmanıza gerek yok. Eğer JİTEM resmen yok, fiilen varsa, TSK içinde illegal bir yapılanma var demektir. Bu da suçun isbatıdır. Aynı durum BÇG için de sözkonusudur. O yapının kendisi zaten illegaldir. Bu adres, kayıtdışı siyasetin merkezidir. Bizim Sovyet bu işin bittiğini kabul etmek istemiyor. Varlığını kanıtlamak için de şimdi sağa sola hediye paketleri gönderdiğine bakmayın, hâlâ daha fazlasını yapacak güce sahip. Yarın düğmeye basabilir. İşte kızılca kıyamet de o zaman kopar. O zaman ne olacaksa olur. Yeter ki, işler o noktaya gelmesin. Basına bazı bilgiler sızıyorsa, bir sızdıran var. O kişiler de o sistemin parçası. Yani, bunun anlamı şu, bu hesaplaşma derin yapının kendi iç hesaplaşması gibi bir şey aynı zamanda.
“Bazıları Özel Harp Dairesi’ni Amerika’nın kurdurduğunu unutuyor ve ‘Bu Amerikan operasyonudur, TSK’ya saldırı var’ diyor. Karşı kesim ise, bu operasyonların Amerika’nın bir projesi olduğunu görmek istemiyor ve ‘Özel Harp Dairesi’ni dağıtırsak demokrasi gelecek’ diyor.” Bana kalırsa bu tesbiti de yabana atmamak gerek. Celal Kazdağlı, “Aslında proje, ABD istihbarat örgütü CIA’ye aitti. Komünizme karşı bütün ülkelerde ‘vatansever’ unsurlara dayanan bir örgüt kurmaktı amaç. Fikir, İkinci Dünya Savaşından hemen sonra ortaya atıldı. Asıl kadrolar, Nazi Almanya’sının kurduğu Gestapo personelinden devşirildi ve o model örnek alındı. NATO öncesi CIA tarafından çekirdek kadrosu oluşturulan bu Gladio yapılanması, NATO ile birlikte 16 üye ülkede gerçekleştirildi. Bu ülkelerin hepsinde ordu ve güvenlik birimleri içinde yer aldılar ve bir de Nazilerin SS örgütlerine benzer paramiliter örgütlenmelere gittiler. Türkiye de benzer yapıya onay verdi” diyor.
“Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir, her görüldüğü yerde ezilmelidir” diye, “Komünizmle Mücadele Dernekleri”ni örgütleyip, iç savaş kışkırtıcılığı yapanlar da bunlardı. Herkesi kullandılar. Sağ-sol, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, ilerici-gerici tartışmaları bunların başının altından çıktı. Darbeler bunların eseri idi. Bunlar için, din, mezhep, tarikat, ideoloji, siyaset, etnik kimlik, kültürel kimlik, her şey çatışma konusu haline getirildi. Kayıtdışı siyaset dediğimiz işte budur. Kayıtdışı ekonomi, kayıtdışı siyasetin örtülü KİT’idir, bir yanı ile de.
(Abdurrahman Dilipak, Vakit, 2010-01-07)

Rahmi Koç’un Ergenekon İlişkisi
Koç Adası’nda saklamışlar
Ergenekon iddianamesinin yer alan belgelerdeki iddialar bitmiyor. Delil belgelerinde geçen bir iddia da şöyle: “Koç, Sabancı suikastından haberdardı ancak haber vermedi. Koç, Fehriye Erdal’ı adasında sakladı.” Ergenekon sanıkları ile ilişki içinde olduğu ortaya çıkan Koç’lar, sanıklara da sahip çıkmıştı.

Terörist Fehriye Erdal

Özdemir Sabancı
“ÇATLI İLE CIA’Cİ SUBAYLAR ORGANİZE ETTİ”
İşçi Partisi’nde yapılan aramalarda ortaya çıkan ve Ergenekon iddianamesinin 416 numaralı delil klasöründe yer alan 10 sayfalık belgede, Özdemir Sabancı suikastını Susurluk’taki kazada ölen Abdullah Çatlı ile Özel Harp Dairesi ve Özel Kuvvetler Komutanlığı içindeki CIA’ci subayların organize ettiği iddia ediliyor. Cinayetin Dev-Sol’un üzerine kalacak şekilde düzenlendiği kaydediliyor. DHKP-C örgütünün lideri Dursun Karataş’ın para karşılığında olayı üstlendiği anlatılan belgede, Rahmi Koç’un yanı sıra eski Başbakanlar Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller ve Çiller’in eşi Özer Çiller’in de adı sıkça geçiyor. Belgede aynen şu ifadeler geçiyor:

Abdullah Çatlı

Tansu Çiller ve eşi Özer Çiller
CİNAYETİN ASKER AYAĞINDA KİMLER VAR?
“Başta Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın adamı Hüseyin P., Karataş’a parayı bizzat götürdü, verdi. Karataş’a, Yunanistan’da Muhaberat elemanı olarak görev yapan, Atina’daki Arap Öğrenciler Birliği Başkanı olan Suriyeli ile birlikte gitti. Para Hollanda Guldeni olarak verildi. Yunanistan’dan Fransa’ya geçerek parayı verdiler. Karataş’ın parayı Gulden olarak istemesi üzerine küçük çaplı bir kriz çıktı. Türkiye’de o kadar Gulden bulunamadı. Hollanda’dan bir şirket aracılığıyla City Bank üzerinden Yunanistan’a parayı transfer ettiler. Hüseyin P. o sıra Atina’da idi.”
TETİĞİ P. ÇEKTİ
“Sabancı’ya karşı suikastın organizasyonu Abdullah Çatlı’ya verildi. Çatlı bunun yanı sıra silahları içeriye sokacak ve işi Dev Sol’cuların üzerine kalacak şekilde tertipleyecekti. Cinayet günü Çatlı ile Özel Harpçi esrarengiz yüzbaşı Hüseyin P. ve 3 adamıyla Baltalimanı’nda Oba Restoran’ta buluştular. Çay içtikten sonra arabaya binip Sabancı Center’in karşısındaki İETT garajına girdiler. Çatlı önceden İETT garajının müdürünü ayarlamıştı. Hüseyin P. ve adamları cep telefonlarını, özel bir kanaldan haberleştikleri telsizleri arabada bırakıp binaya girdiler. Tetiği Hüseyin P. çekti. Suikastı gerçekleştirdikten sonra garaja tekrar gelen 5 kişi, Sarıyer’e araçla gittikten sonra dağıldı.”
ÇİLLER KİMİN YAPTIĞINI BİLİYOR
“Çiller’in ve kocasının cinayetten haberi vardı. Ya onlar istedi ya da göz yumdular. Sabancı suikastının amacını ve çok ayrıntılı olmasa da kimin yaptığını biliyor.”
SABANCI ÇİLLER’İ REDDETTİ
“Sabancı, silah fabrikası kurup orduya mal satmak için hazırlık yapıyordu. Koç’a bu alanda da rakip olmak için. Özer Çiller, Sabancı’ya ortak olma önerisi götürdü. İsrail patentiyle yapmayı teklif etti. Montajı Türkiye’de olacaktı. Sabancı, Özer Çiller’in bu kadar güçlenmesinin kendini rahatsız edeceğini gördü ve istemedi. Mesut Yılmaz da Sabancı’nın Çiller’le ortak olmasını istemedi. Sabancı, Çiller’in bu teklifine karşı durdu ve ANAP’la birlikte davrandı. Işın Çelebi’yi yönetime aldı.”
RAHMİ KOÇ’UN ERGENEKON İLİŞKİSİ
İddianamede Rahmi Koç’un isminin geçtiği de biliniyor. İddianamede, Koç Holding Onursal Başkanı Rahmi Koç’un Ergenekon Terör Örgütü üyeleriyle yaptığı görüşmeler yer alıyor. Rahmi Koç, Ergenekon tutuklusu emekli Tuğgeneral Veli Küçük ile buluşmak istemiş, Ergenekon zanlısı Cumhuriyet gazetesi İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk’la holding binasında görüşmüş.

Papaz ve Rahmi Koç
KOÇ’UN ERGENEKON TAVRI
Koç Holding yetkililerinin Ergenekon sanıklarına sahip çıkmış olmaları da dikkat çekiyor. Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç, Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan ATO Başkanı Sinan Aygün’ü, Yönetim Kurulu Üyesi İnan Kıraç da İlhan Selçuk’u serbest bırakılır bırakılmaz ziyaret ederek, soruşturmaya karşı bir duruş sergilemişti. Koç’un bu tavrı kamuoyunda büyük tepki toplamıştı.
KOÇ, FEHRİYE ERDAL’I ADASINDA SAKLADI
“Rahmi Koç’un Sabancı suikastınden haberi var. Haber vermedi. Çatlı, Fehriye ve diğer iki kişinin saklanması için Koç’un adasını kullandı. Çünkü Koç’un adasına polis de asker de operasyon yapamaz. Koç, Çatlı’nın burayı kullandığını biliyor. Ada Marmara’da. Rahmi Koç’un izni olmadan kimse giremez. Adaya rıhtım yapanlar bile malikanenin olduğu bölgeye sokulmuyor. Tel örgüyle çevrilmiş bir alanın içinden dışına çıkamıyorlar. Koç, bildirmedi, çünkü ÖKK’nın operasyonu olduğunu öğrendi.”
Yıllarca İrtica Üretilen Uğur Mumcu Cinayeti Aydınlanıyor
DERİN HABER
Mustafa Balbay’ın günlüğüne göre, Genelkurmay gazeteci Uğur Mumcu’ya arşivlerini açmıştı ve PKK-MİT ilişkisini araştırdığından haberdardı. Günlükte, dönemin Genelkurmay II. Başkanı Büyükanıt, “Uğur ölmeseydi pazartesi buraya gelecekti. Arşivde çalışıyordu. Öcalan’ın kayınpederinin MİT’e çalıştığını saptamıştı” diyor.
Mustafa Balbay’a ait olduğu iddia edilen günlükte, yıllardır çözülemeyen gazeteci Uğur Mumcu suikastıyla ilgili de enteresan notlar yer alıyor. Günlükteki, dönemin Genelkurmay II. Başkanı olan Mehmet Yaşar Büyükanıt’ın sözleri, Mumcu’nun PKK’nın derin ilişkilerini araştırdığı için öldürüldüğü iddialarını güçlendiriyor. İşte günlüğe göre Büyükanıt’ın sözleri:

Mehmet Yaşar Büyükanıt
‘Mumcu arkadaşımdı’
“6 Nisan 2003 Pazar günü saat 12.30′da Genelkurmay Karargahı’nda Aslan Paşayla (Genelkurmay İstihbarat Başkanı olan Aslan Güner) görüşme. 45 dakika sonra, Yaşar Paşa (Genelkurmay 2. Başkanı olan Mehmet Yaşar Büyükanıt) geldi, “Ona günü anlatmam lazım, isterseniz bekleyin, en çok yarım saat sürer” dedi sonra ikisi birlikte geldiler. Yaşar Paşa, sivildi. Kırmızı ağırlıklı bir tişörtü vardı: “Uğur Mumcu benim arkadaşımdı. Buraya çok geldi gitti. Bizim arşivde çalıştı. En sevilen yazardı. Öldürülmeseydi ertesi gün, pazartesi buraya gelecekti. Arşivde çalışıyordu. Öcalan’ın karısının ( Kesire Öcalan) babasının MİT’e çalıştığını saptamıştı. Daha derin araştırmalar içindeydi.”

Kesire Öcalan
Cinayetten 2 saat sonra
Mumcu’nun kardeşi avukat Ceyhan Mumcu da, günlükte yer alan notları doğruladı. Kardeşinin saldırı sonucu öldüğü dönemde bu konuyu kendisinin de araştırdığını belirten Mumcu, şunları söyledi: “Uğur, ‘Kürt Dosyası’ adında bir kitap yazıyordu. Bu kitapta Abdullah Öcalan’ın ilk kez mahkemeye çıkarılışından serbest kalışına kadar geçen süreçteki şüphelerini de aktarıyordu. Ayrıca 15 Ekim 1992′de yayımlanan ‘Kim bu Pilot Necati’ başlıklı yazısı da bu konuyla ilgiliydi. Ancak kitabı tamamlayamadı.” Ceyhan Mumcu daha önceki bir röportajında da cinayetten 2 saat sonra Güreş ve Büyükanıt’ın eve geldiğini söylemişti: “Uğur öldürüldü, 2 saat sonra Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş, Uğur’un evindeydi. Yanında Yaşar Büyükanıt da vardı. Doğan Paşa suikasttan önce Emniyet’i uyarmış, ‘Uğur’a bir şey yapacaklar, aman iyi koruyun’ diye. Demek ki Genelkurmay’ın istihbaratı iyi çalışmış. O nedenle Güreş ve Büyükanıt Paşalar mutlaka dinlenmeli.”

Ceyhan Mumcu
Tuğ’dan belgeleri alacaktı
Mumcu’nun diğer randevusu ise 12 Mart 1971 döneminin askeri savcısı Baki Tuğ ileydi. 27 Ocak Çarşamba günü buluşacaklardı. İki gün önce, Baki Tuğ’un Meclis’teki odasında bir araya gelmişlerdi ve Tuğ’a, “Abdullah Öcalan’ın MİT’le ilişkilerini ortaya çıkardım” demişti. Tuğ Meclis Milli Savunma Komisyonu Başkanı’ydı, ‘Araştıracağım’ dedi, randevuyu verdi. Tuğ’un bilgileri önemliydi, çünkü 1972′de, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) 1. sınıf öğrencisi olan 22 yaşındaki Abdullah Öcalan, bildiri dağıtmak suçundan gözaltına alındığında Askeri Savcı Baki Tuğ’un önüne getirilmişti. Tuğ, boykotçu öğrenciler içinde en ağır cezayı Abdullah Öcalan ve iki arkadaşı için isterken, yargılama sırasında mahkemede görüş değiştirince Öcalan üç ay hapis cezasıyla kurtulmuştu.
Devlet kullanmış olabilir
Baki Tuğ, o günleri daha sonra şöyle anlatmıştı: “Apo’nun MİT mensubu olup olmadığı konusunda yardım istedi. ‘Arşivime bakayım’ dedim. Araştırdım; Abdullah Öcalan’ın kayınpederi Ali Yıldırım, Milli İstihbarat’ta çalışan bir görevliydi. Öcalan, Ali Yıldırım’ın kızı Kesire ile evlenmişti. Bizde bulunan bilgi bu kadardı. Ama Uğur Mumcu’nun ömrü vefa etmedi. Bana gelip gitmesinden iki gün sonra da öldürüldü. Bunu araştırmasına şaşırmamıştım. Çünkü Milli İstihbarat Teşkilatı’nın görevi herkesten yararlanmaktır. O dönemde bir öğrenci olarak ondan da yararlanmak isteyebilirler. Bunda şaşıracak, yanlış düşünecek hiçbir şey yok.” Tuğ, Öcalan’ın 1980′den önce Devrimci Doğu Kültür Ocakları gibi Kürt örgütlere karşı mücadele etmiş olabileceğini belirtmişti.
Son yazılarında hep MİT-PKK ilişkisini yazdı
Uğur Mumcu, Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde ölmeden önceki son 6 ayda hep PKK’yı yazmıştı. Cumhurİyet gazetesindeki 9 Ekim 1992 tarihli yazısında Uğur Mumcu şöyle yazmıştı:
“Bugün PKK örgütü arasında kim bilir kaç ajan var? Yalnızca MİT ajanları mı? Ortadoğu ajan kaynıyor. Kürt örgütleri arasına sızmış kim bilir kaç CIA ajanı görev yapıyor?” diye soruyordu. 15 Ekim’de ise “Gazetecinin görevi gerçeği aramaktır. Kürt sorunu konusunda bu köşede yapmaya çalıştığımız da budur. Örneğin Abdullah Öcalan kimdir? PKK nasıl kurutulmuştur? Bunları araştırıyoruz. Bu araştırmaların başlangıç noktası Öcalan’ın kimliğidir. Apo’nun kontrgerillacılarla işbirliği yaptığı, PKK içindeki MİT ajanı bir pilotu kolladığı ve kayınpederinin MİT elemanı olduğu doğru mu?”
Kanlı tuzak kuruluyor
Öldürülmeden 16 gün önce, 8 Ocak 1993 tarihli yazısında da şunları yazmıştı: “Birileri Türk halkını Kürt halkına, Kürt halkını da Türk halkına düşman edici bir kanlı tuzak kuruyor. Yakında yayınlanacak bir yayınımda Kürt milliyetçileri ile istihbarat ajanları arasındaki ilişkilere ışık tutacak ilginç belgeler açıklayacağım.”
Kesire Avrupa’ya kaçtı
Abdullah, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken tanıştığı Elazığlı Kesire Yıldırım ile 24 Mayıs 1978′te evlendi. Çift, 3 ay Diyarbakır’da yaşadı. Onları Ankara’dan Diyarbakır’a götüren “Pilot Necati” ordudan ayrılmış ve Diyarbakır’da kum ticareti yapıyordu. Pilot Necati 1982′de esrarengiz bir şekilde kullandığı zirai ilaçlama uçağının düşmesi sonucu öldü. Öcalan bir süre sonra Suriye’ye kaçtı ve Kesire’yi de yanına aldı. Fakat Kesire, baskıcı politikalarına karşı çıkıp Avrupa’ya kaçtı, hakkında ölüm kararı çıkartan Apo’dan korunmak için kardeşi Hüseyin Yıldırım’la birlikte kimlik değiştirdi.

(Vatan, 03-2009)
Okkan Suikastinde Şok İddia
Güneydoğu’da yıllarca Genelkurmay’ın kadrolu tercümanı olarak görev yapan Yıldırım Beğler, çarpıcı iddialarda bulundu. Dönemin Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı Hizbullah’ın değil, Özel Kuvvetler’e bağlı bir ekibin öldürdüğünü iddia eden Beğler, olay günü yaşadıklarını Cihan’a anlattı.

Yıldırım Beğler
Okkan’ı Özel Kuvvetler’e bağlı C Timi’nin katlettiğini, olay günü bu timdeki askerleri PKK kıyafetiyle gördüğünü öne süren Beğler, kendisinin de bir dönem C Timi’nde görev aldığını savundu. Beğler, suikastı gerçekleştiren ‘C-Timi’nin bindirildiği uçağın Malatya’da düşmesiyle bu ekibin ortadan kaldırıldığını iddia etti.
Bölgede şahit olduğu faili meçhul cinayetlerle ilgili Sabah gazetesindeki itirafları geçtiğimiz aylarda büyük ses getiren Yıldırım Beğler, 1995 yılında Türkiye’ye getirilmiş Kerküklü bir Türkmen. Güneydoğu’da 14 yıl Genelkurmay’ın kadrolu tercümanlık yaptığı belirtilen ve komutanlarla yakın ilişkiler kuran Beğler, bir dönemin kara kutusu sayılacak isimlerden. Norveç’in başkenti Oslo’ya iki saat uzaklıktaki bir köyde siyasi mülteci olarak yaşayan Beğler, Cihan’a yeni açıklamalar yaptı.
“SUİKAST SONRASI 3-4 AY SÜLEYMANİYE’DE SAKLANDILAR”
Gaffar Okkan suikastından önce “Gaffar Okkan PKK’ya yardım ve yataklık yapıyor, PKK ile bağlantısı var. Diyarbakır’ı karıştıracak. Vatan hainidir. Bunun ölmesi lazım” şeklinde söylentiler çıkarıldığını, daha sonra da Okkan’ın katledilmesi görevinin C Timi’ne verildiğini ileri süren Beğler, şunları söylüyor: “C Timi o zaman Diyarbakır’daydı. Bir gün C timi Habur sınır kapısına geldi. Üstleri başları kirliydi. Belli ki bir görevden gelmişler. Normalde biz iki silah taşırız. Gündüzleri normal M-16, geceleri keleş ve yanında tabanca; kıyafet olarak da bir asker üniforması, bir de PKK’lıların giydiği üniforma. C timi tamamen PKK üniforması içindeydi gördüğümde.”
Suikast sonrası C Timi’nin o gece Mete (Ergenekon sanığı Emekli Albay L.G.) ile toplantı yaptığını ve onlara, “Basın gidin Kuzey Irak’a. Millet sizi burada görmesin” emrini verdiğini söyleyen Beğler, tim üyelerinin de o gece üzerlerindeki terörist kıyafetleriyle Süleymaniye’ye geçtiğini ileri sürdü. Beğler, “Süleymaniye’de 3 veya 4 ay kaldılar. 4 ay sonra ortalık bayağı sakinleşmişti. Bu süre zarfında, Okkan suikastını Hizbullah gibi örgütler üstlendi.” dedi.
BİZ İŞKENCE YAPIYORDUK, GAFFAR OKKAN “DEMOKRATİK AÇILIMI” SAVUNUYORDU
Gaffar Okkan’ın zeki ve ileri görüşlü biri olduğunu vurgulayan Beğler, “Bugünlerde AK Parti’nin ‘tatlı dille’ yaptığı açılımı Okkan, ta o zamanlarda düşünüp yapmaya çalışıyordu. Bizim gibi düşünmüyordu. Biz PKK’lı yakalayınca asıp kesiyorduk. O ise bu yolun yanlış olduğunu biliyordu. İşkence yaparak bir yere varılmayacağını, her şeyin karşılıklı anlayış ve hoşgörüyle olması gerektiğini düşünüyordu. Bizler ise bir kişinin arabasında Şivan Perver kaseti yakalayınca bile o kişinin hayatını burnundan getiriyorduk.” ifadelerini kullanıyor.

Gaffar Okkan
C Timi’nin özellikle 1990′dan 2001 yılına kadar çok büyük olaylara imza attığını ve Gaffar Okkan suikastının bu hadiseler yanında küçük bile kaldığını da savunan Beğler, “Bu timde görev yapan askerler bunu vatan-millet için yaptıklarına inanıyorlardı.” şeklinde konuşuyor.
MALATYA’DA DÜŞEN CASA TİPİ UÇAKTA SUİKAST TİMİ VARDI
Okkan cinayetinden sonra Ergenekon davası sanığı L.G. ile üst düzey bir komutanın toplantı yaptığını söyleyen Yıldırım Beğler, Kuzey Irak’tan gelen C Timi’nin önce iki helikopterle Diyarbakır’a, oradan da uçakla Antep’e geçmesi emri verildiğini aktardı. Bu uçak, 16 Mayıs 2001′de Malatya’da düşen CASA tipi askeri uçaktı. Uçakta bulunan 34 kişi hayatını kaybetti. Beğler, “Gaffar Okkan cinayeti faillerinin hepsi, yani C Timi’nin 20 kişilik tüm kadrosu da bu uçaktaydı.” diyor.
Beğler, C Timi’nin deşifre olduğu için ortadan kaldırıldığını savunuyor: “Patlak vermeseydi infaz edilmezdi. MAK’ta (Muharebe Arama Kurtarma Birliği) bu böyledir: Eğer açığa çıkmazsan, düşman tarafından deşifre edilmezsen bin yıl yaşarsın. Tersi bir durumda ise hemen infaz edilirsin.”
Bir dönem kendisinin de C Timi’nde görev yaptığını söyleyen Beğler, “C timinin başında Rıza kod adlı Yüzbaşı H.B. vardı. O da Malatya’da düşen uçakta şehit oldu.” dedi.
ŞU AN JİTEM DEĞİL, “MAK” TEHLİKELİ
Yıldırım Beğler, Okkan suikastını gerçekleştirdiğini savunduğu C Timi’nin bağlı olduğu MAK hakkında da bilgi verdi. Özel Kuvvetler içerisinde ‘asıl işi’ MAK grubunun yaptığını söyleyen Beğler, bu yapının bünyesinde 20-30 tim olduğunu ve her timin başında da bir yüzbaşı ve bir üsteğmen ile 12 başçavuş bulunduğunu söyledi. Okkan cinayetinde kullanılan C timinin en etkin timlerden biri olduğunu öne süren Beğler’in önemli bir iddiası daha var: “Şu an JİTEM tehlikeli değil. Şu an için en tehlikeli birim MAK’tır.”
Ergenekon’un alt ve orta kadrosundan birçok kimsenin yakalanmasına rağmen üst yönetiminden birçok kimsenin halen dışarıda olduğunu söyleyen Beğler, şöyle devam ediyor: “Bunlar güvenlik şirketlerini ele geçirmişler. Hatta şöyle bir şey var: MAK şöyle bir plan yapmıştı; her generalin başına bir tane özel astsubay vermişti. Şu an ne kadar tugay komutanı varsa, hepsinin yanında emir subayı olarak bir tane eski MAK’çı var. Neden eski MAK’çıları seçiyorlar bunun için? Böylelikle bütün paşaları kontrol altına alıyorlar. Emir subayı ne demek, emir subayı? Paşa öksürse emir subayının haberi olur. Paşa çay içse emir subayının haberi var. İstediği zaman paşayı etkisiz hale getirebilir veya öldürebilir de. Gidin kontrol edin. Herhangi bir tugay komutanını çağırın deyin ki, ‘Komutanım yandaki emir subayın kökeni nedir?’ Komutan, ‘Özel kuvvetten’ diyecektir. Özel Kuvvetten nereden? ‘MAK’çı’. Bu, L.G.’nin planıydı.”
KOALİSYON DÖNEMLERİNDE ÇOK RAHATTIK
AK Parti iktidar olduktan sonra MAK’ın yavaş yavaş tasfiye edildiğini söyleyen Beğler, “Aslında AK Parti kazandığı gün bizim işin sonu gelmişti. Emir geldi ve yavaş yavaş sayımızı azalttılar. AK Parti öncesindeki koalisyon hükümetleri döneminde çok rahattık. Kimse bize bir şey demiyordu. Hatta onlar diyordu ‘yap’ diye.” ifadelerini kullandı.
Öte yandan Yıldırım Beğler, Malatya’da düşen CASA uçağıyla ilgili ilginç bir ayrıntı daha veriyor. Beğler, nişanlısını görmek için uçağa binmek isteyen Başçavuş Ümit Başaran’a, Ergenekon sanığı L.G.’nin önce izin vermediğini; ama Başaran’ın ısrarı üzerine izin vermek zorunda kaldığını söylüyor.
16 Mayıs 2001′de Malatya’da düşen CASA tipi askeri uçakta Başaran da dahil olmak üzere 34 kişi şehit olmuştu. Uçaktakilerin büyük çoğunluğunun Özel Kuvvetler’den olduğu açıklanmıştı. Kaza sonrası ciddi soru işaretleri belirirken, Şemdin Sakık, uçakta “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın da bulunduğunu iddia etmişti.
Küresil Felaketçilerin Yalanı
Son yıllarda gündemin modası haline gelen küresel ısınma, kuraklık ve kıyamet senaryoları gibi meselelerin aslı tam olarak anlatıldığı gibi değil. Yüzyılın büyük planlarından birisinin kod adı : ” İZRYEHOSA=2014 “( İsrailoğulları Yahova Beklenen Kralı. Krallığın beklenen tarihide 2014) olan büyük senaryonun bir parçasıdır. Hareket planı tüm dünya insanlarının zihninde kuraklığa bağlı küresel bir felaketin senaryosunu yerleştirmektir. Korku psikolojisi ile bu operasyona beş yüz milyar dolar kadar (bilinen) finans sağlanmıştır. Dünya çapında kampanyalar düzenlenerek, yazılı ve görsel medya kullanılarak insanlığa bu bilinç aşılanmaktadır. Dev kampanyalar (özellikle ikinci, üçüncü dünya ülkeleri ve tabi ülkemizde) düzenlenip küresel felaket haberleri günlerce medya yolu ile halka sunulmuştur. Bu kampanyalar için çeşitli kaynaklar bazı medya ve tv kuruluşlarına destek vermiştir. Bu konuda bazı kurumlar aracı olmuştur. Görünüşte her şey legaldir. Bu işlerin dünya çapındaki oyuncuları, bilim adamları, gazeteciler, kurum ve kuruluşlar sempozyumlar ve etkinlikler düzenleyerek destek olmuşlardır. Gerçek amaç Büyük Ortadoğu Projesinin temel sebebi olan Büyük İsrail Projesi ile bizzat alakalıdır. Bu korku havası ile İsrail, emelini gerçekleştirmek istediği topraklardaki insanları kendi istekleriyle ya da metazori olarak göç ettirmek istemektedir.
Değerli madenler ve su yatakları bu projenin bir parçasıdır. Yanlış politikalar yüzünden yurdumuzda da tarım toprakları, su yatakları ve göller hızla kurutulmaktadır. Dikkatinizi çekerim kurumamakta; kurutulmaktadır. Birçok resmi belgede şu ibareler yer almaktadır: “Kuruyan göllerin sularının çekilme nedeni yanlış tarım ve sulama politikalarıdır.” Yağmurun yağmaması ve kuraklık belli aralıklarla belli senelerde görülmektedir. Ana sebep bu değildir. Bu tetikleyici bir sebeptir sadece. Mesela yağan yağmuru tutacak yeterli baraj yapılmamaktadır. Daha birçok örnek verilebilir.

Bizim anlatmak istediğimiz küresel felaket senaryosunun aslında bir İsrail projesi olmasıdır. Tohumlarımızın nesli bilinçli şekilde tüketilmiştir. Genetik tarım adı altında İsrail`den tohum alınmaktadır. Genleri ile oynanmış bu tohumların Türk insanının genetik yapısına uygun hastalık hormonları taşıdığı ehlince araştırılsa ortaya çıkacaktır. Karakıta Afrika`daki 12 ülkede, elmas madenleri yüzünden aynı şer güçler AİDS mikrobunu yaymışlardır. Ve tıpkı küresel felaket senaryo yalanı gibi AİDS hastalığı da büyük kampanyalar sonucu insanlığın zihnine enjekte edilmiştir. Her ülkenin kültür ve inanç yapısına göre AİDS hastalığının bir homoseksüel hastalık olduğu beyinlere kazınmıştır. Oysa istatistikler bunu yalanlamaktadır. Çıktığı günden bugüne kadar AİDS`ten ölen insanların % 82,7`si kadındır. Araştırmak isteyenler intenette AİDS ile alakalı istatistiklere girebilir. Çarpıcı bir başka durum ise bu hastalığın Afrika`nın sadece 12 ülkesinde 35 milyon kişiyi öldürmesidir. 12 ülkenin özelliği bu ülkelerin hepsinde değerli elmas madenlerinin bulunmasıdır. Madenleri işletenlerin %100`ü Yahudiler ve batılı beyazlardır. Bir başka çarpıcı gerçekte 12 ülkede 35 milyon insanı öldüren AİDS mikrobu sadece siyahları öldürmektedir ve bu ülkelerdeki beyaz efendilere bu hastalık bulaşmamaktadır. Nedeni AİDS mikrobunun sadece siyahları öldürecek şekilde genlerine uygun olarak üretilmesidir. Bunları da istatistiklerde bulabilirsiniz. Peki ne olmuştur? Bu AİDS hastalığı dünyaya lanse edildikten sonra Afrika`daki zenciler iğfal edilmiş, aç bırakılmış ve milyonlarca insan soykırıma uğramıştır. Çıkartılmak istenen sonuç: “Bütün bunların sorumlusu AİDS hastalarıdır!” Çünkü o topraklar siyonizmin ve batılı güçlerin rüyalarını ve kurdukları haremlerdeki kadınların boyunlarını süslemektedir.
Gelelim küresel felaket çığırtkanlıklarına. Burada yapılmak istenen yukarıdakilerle aşağı yukarı aynıdır: İnsanlar göç ettirilecek ve bu insanlar kuraklığa bağlı kolera, tifo veya adı sanı duyulmamış hastalıklar yayılarak telef edilecek ve bu topraklar boşaltılıp İsraillilerin yerleşmesine zemin hazırlanacak. Dilerseniz bir beyin fırtınası yapalım: Topraklarımızda bu tip olaylar olsa, devletten de kanun çıksa ve buralar terk edilecek dense ne olur? Ankara`da suların kesilmesinde kuraklığa bağlı yağmurun yağmayışı sebep gösterilerek medyaya bir sürü bilgi yansıdı. Ankara belediye başkanı Ankaralı hemşerilerine Ankara dışına tatile çıkmalarını önerdi. Bu tamamen iyi niyetli bir öneri olmasına rağmen demek ki zaruri hallerde böyle öneriler resmi olmasada şifahen mümkün olabiliyor. Bu örneği vermemizin sebebi Allah korusun çok ciddi bir kuraklıkta devletin politikasının ne olacağı hakkındaki merakımızdır.
Hiçbir insanın ya da toplumun gücü kıyameti koparmaya yetmez, kıyametin sahibi Allah`tır. Rahman suresinde insan, yaratılışın dengesini bozmaması yönünde uyarılır. Bazı ayetler insanın bozduğu denge yüzünden cezasını çekeceğini söyler ama insanoğlu kıyameti asla koparamaz. Tabiri caizse Allah dünyayı bir ev gibi yaratmış, evi yerli yerince dayamış döşemiş ve anahtarlarını insana vermiştir. Bu insan evin içindeki her şeyi bozabilir, iradesiyle evi çöp eve çevirebilir lakin evi yıkamaz buna gücü yoktur. Çünkü evin yani mülkün sahibi Allah`tır. Bir örnek daha: “Kıyametin vaktini yalnızca Allah bilir.” (Lokman süresi 30. ayet ) Bu ayete göre beşer kıyameti yapma gücüne sahipse yapacağı vaktide biliyor demektir ki bu yüce İslam inancına, yüce kitabımız Kuran`a terstir. İstedikleri kadar nükleer bomba patlatsınlar, istedikleri kadar daha bilmediğimiz operasyonlar yapsınlar İsrafil Aleyhisselam sûra Bush`un, İsrail`in veya bir başka şer gücün bombasının sesiyle üfleyecek değildir. O yüce Allah`tan aldığı emir ile sûra üfler. Anlatmak istediğimiz dünya küresel şeytanların üflemelerine gelmeyecektir. Küresel felaketin bu anlattığım çerçevede tekrar düşünülüp araştırılmasını istirham ediyorum. “İZRYEHOSA=2014″ kodu ile kodlanan, İsrail`in Yahovasının beklenen krallığını daha çok bekletelim. Türkiye bu tür anlaşmalara imza atmaz.
(Oktan Keleş, www.netpano.com, 12-2009)
Tohum Savaşları Devam Ediyor
Tür: DERİN HABER
Bilindiği gibi İsviçre’de gerçekleştirilen CERN Deneyi için Türk Bilim adamlarından oluşan bir ekip kurulmuş ve bu ekip oradaki çalışmalarda yer almıştı. Basında isimleri çıkan bu bilim adamlarımızdan Prof. Dr. Engin Arık Isparta yakınlarında 30 Kasım 2007 tarihinde düşen yolcu uçağında hayatını kaybetmişti. Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Engin Arık’ın ve ekibi İsviçre’nin Fransa sınırı yakınlarında kurulu, “European Organization for Nuclear Research” (CERN)deki Atlas Deneyi’nde çalışıyorlardı.

Prof. Dr. Engin Arık
CERN ekibinin öldürülme sebeplerini biliyoruz.
Türkiye’de Tohumculuk Bankası için de bir ekip kuruldu. Ancak bu ekip, CERN Deneyi’ndeki gibi isimleri deşifre edilmedi. Kurulan bu ekipte yer alanların isimleri hiçbir şekilde basında yer almadı. Tohumculuk ve gıda güvenliği alanında faaliyette bulunan bu ekip, Türkiye’deki orijinal tohumları topluyor, çoğaltıyor ve bilinmeyen yerlerde depoluyor. Türkiye için hayati öneme sahip tohumlar, gıda güvenliğimiz için güvenli yerlerde depolanmış durumdadır. Kurulan bu ekip, çalışmalarını çok gizili bir şekilde sürdürmektedir. Bu konuda çalışmaların olduğunu ’sezenler’ ekibe ulaşamadıkları için ilginç yöntemlerle bu ekibe ulaşmaya çalışmaktadırlar. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar çabaları beyhudedir.

6 Nükleer Fizikçinin Isparta Uçak Kazasında Şüpheli Öümü (11-2007)
Son zamanlarda bazı kişilerin bitkilerle ilgili –asıl branşları olmamasına rağmen- televizyonlarda ve basında oldukça sık yer aldığını ve hatta kitaplarının çok sattığını görmekteyiz. Yazılı ve görsel basında öne çıkan bu kişiler, bir nevi çığırtkanlık yapmaktadırlar. Yapılan bu çığırtkanlık elbette boşa gidecektir. Ancak o çığırtkanlara da buradan sesleniyoruz: “Tuzak kurmayın, hile yapmayın. Bu ekibi deşifre edemezsiniz.”
Bizim burada kurulan bu ekipten söz etmemizin sebebine gelince; milletimizin içi rahat olsun. Zannedilmesin ki Devletimiz hiçbir çalışma yapmıyor, gıda savaşlarına hazırlıklı değil, tohumculuk konusunda bir hazırlığı yok. Sanılmasın ki tohumculuk konusunda piyasayı başıboş bıraktı? Türkiye için çok önemli bir konuda duyarsız davranılıyor sanılmasın diye bu küçük açıklamaları yapıyoruz. Davulla zurnayla yapılmaz bazı işler. Hayran olduğunuz ülkelerin çalışmalarına karşı, en âlâ çalışmalar bizde de yapılıyor. İçiniz rahat olsun. Bu ekip dışında da, tohumla ilgili çalışmaların yapıldığını basından öğrendik. Hatta bu konuyu yazılı ve görsel basın her ne kadar gündeme getirmese de Netpano bu haberi manşetine taşımıştı.
Tohumculuğumuzu yok etmek isteyenlerin önemli adımlar attıklarını, belli aşamaya kadar planlarını uyguladıklarını söyleyebiliriz. Ancak İsrail’in ve şeytanilerin bir planları varsa bizimde onlara karşı planlarımız var.
Gıdaların genleriyle oynayarak öyle tohumlar yapıyorlar ki, böcekler sadece o tohumları yemiyor, onların ürettikleri tohumlar dışındakileri yiyor. Kendi tohumları dışındaki hububatı yok eden virüsler geliştirdiklerini biliyoruz.

Anadolu köylüsüne, çiftçilerimize de buradan bir uyarı yapmak lazım: Tanımadığınız insanlar, özelliklede yabancılar, köyünüzde kasabanızda sizlerin önem vermediğiniz bitkileri topluyorlarsa bunları hemen güvenlik güçlerine ihbar edin. Güvenlik güçlerine bu şahısların çalışmalar yaptıklarını acilen bildirin. Çünkü bunlar tohumlarımızı, bitkilerimizi toplayarak bir nevi karşı silah yapıyorlar.
Türkiye’de bazı sivil toplum kuruluşları tohum savaşlarına karşı kendileri de bazı yöntemler geliştirmişlerdir. İşte bunlardan biri olan Pembe Domates Ağı (PDA) hakkında bir yazarımız şunları söylemektedir:
“PDA’nın pembe domatese sahip çıkması, Anadolu’da yetişen 3 binden fazla endemik/kendine has tarımsal bitki türünün korunması açısından da çok önemli. Çünkü binlerce yıldır bu topraklarda yetişen ve henüz lezzeti bozulmamış türler, 2011′de yürürlüğe girecek ‘Tohumculuk Yasası’ ile yok olma tehdidi altına girecek.
Bu tehlikeyi gören Ziraat Odaları, Anadolu çiftçisine kurulan tuzak konusunda sivil toplumu harekete geçirmeye çalışıyor.
Pembe domatesin yok olmasına karşı örgütlenen PDA, ‘Tohumculuk Yasası’na karşı da etkin bir kampanya yürütüyor.
2006 yılında çıkan 5553 sayılı yasa, 2011′den itibaren ancak ‘kayıt altına alınmış tohumların’ ekimine olanak tanıyacak. Tohumuna patent alamayan çiftçiler ise, tekel durumundaki uluslararası şirketlerin insafına terk edilecek. Dünya tohumculuğu 6 büyük tekelin elinde bulunuyor, Türkiye’de tohum ıslahı yapan şirketlerin yüzde 90′ını ise bu tekeller oluşturuyor.
2011′den itibaren kayıt altına alınmamış tohumlukları satan köylüler, ağır para cezasına çarptırılacak ve el konulan ürünler imha edilecek. Böylece Anadolu’nun zengin türleri doğallığını yitirecek.
Gözlem Gazetesi’nin Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanı ve Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Kamil Okyay Sındır’la görüşerek yayımladığı haber, Türkiye’nin 2007′de üye olduğu Uluslararası Yeni Çeşitleri Koruma Birliği’nin (UPOV) dayatmasıyla buğday başta olmak üzere biyoçeşitliliğin yok olma tehlikesine dikkat çekiyor.
Oysa Anadolu’da yetişen 11 bin farklı bitki türü, Avrupa’nın toplamı kadar.
Ziraatçiler,UPOV üyeliği ile Türkiye’nin genetik çeşitliliğinin yağmalanacağını, tarım ilacı ve gübre kullanımının yaygınlaşmasıyla toprakların, ürünlerin, suların kirleneceğini, sağlıksız kuşaklar yetişeceğini savunuyorlar.
Tohumculuk Yasası’na ‘dur’ denilmeli.
‘Biyogüvenlik Yasası’da süratle Meclis’ten geçmeli.
Yaşasın PDA hareketi, pembe domateslerin özgürlüğü.”
Bütün bunlara hak vermemek elde değil. Tohumculuk Kanunu’nun sakıncaları ile ilgili geniş tartışmalar yapılmış (5) hatta Kanun’un Meclis Genel Kurulu’nda kabulü sırasında da bu tartışmalar devam etmişti.
(Erol Derman, www.netpano.com, 12-2009)
Genelkurmay, Anayasa Mahkemesi Üyelerini Fişlemiş
Tür: DERİN HABER
Genelkurmay’ın, 2005 yılında Anayasa Mahkemesi üyelerini de andıçladığı ortaya çıktı. Andıçta; hangi üyenin ne zaman emekli olacağı, yerine kimlerin gelebileceği ve hangi üye hakkında nasıl bilgiler bulunduğu tek tek anlatılıyor.
YÖK’ün meslek liselerinin önünü açan katsayı kararını iptal eden Danıştay için istihbarat topladığı ortaya çıkan Genelkurmay Başkanlığı’nın, 2005 yılında Anayasa Mahkemesi üyeleri için çok ciddi faaliyetlerde bulunduğu ortaya çıktı. Genelkurmay İç Emniyet Müdürlüğü tarafından hazırlanan “Anayasa Mahkemesi üyelerinin Seçimi” başlıklı andıçta, 26 Haziran 2005′te yaş haddi sebebiyle emekliye ayrılan Mustafa Bumin’den sonra Anayasa Mahkemesi’nin başına gelebilecek adaylarla ilgili çalışmalar ve AK Parti’nin Anayasa Mahkemesi’ni etkisizleştirmek için yasal çalışma içerisinde olduğu belirtiliyor.
SEZER, VASIFLI ÜYELER SEÇMEK İÇİN İNCELEME YAPIYOR
Mahkeme üyelerinin 65 yaşını doldurduktan sonra emekliye ayrıldığı ve mahkemenin 11 asıl 4 yedek üyeden oluştuğuna dair bilgilerin de yer aldığı notta, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından atanmış olan Ertuğrul Ersoy’un 1 Ocak 2005 ve 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından atanmış olan Fazıl Sağlam’ın 23 Şubat 2005′te emekliye ayrıldığı ve bu iki üye yerine henüz görevlendirme yapılmadığı belirtilirken; Cumhurbaşkanı Sezer’in aradan uzun süre geçmesine rağmen neden görevlendirme yapmadığı şu şekilde açıklanıyor: “Aradan 3 aya yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı’nın yeni üye seçmemesinin nedenleri bilinmemekte; ancak uzun görev yapabilecek uygun vasıftaki üyeleri seçebilmek için inceleme yaptığı değerlendirilmektedir.”
KILIÇ VE ADALI İÇİN “HAKLARINDA MENFİ BİLGİ MEVCUT” İFADESİ
Anayasa Mahkemesi’nin halihazırdaki başkan ve üyeleri hakkında kısa bilgiler, görev sürelerinin sona ereceği tarihler ve hangi kontenjandan seçildiklerine dair bilgilerin yer aldığı notta, dönemin Başkanvekili Haşim Kılıç ile üye Sacit Adalı için “Hakkında menfi bilgi mevcut” ifadeleri kullanılıyor. Andıçta, üyelerle ilgili şu bilgiler yer alıyor:
HANGİ ÜYE, NE ZAMAN EMEKLİ OLUYOR?
Mustafa Bumin (Başkan, 26 Haziran 2005′te emekli olacak, Danıştay)
Haşim Kılıç (Başkanvekili, hakkında menfi bilgi mevcut, 2015, Sayıştay)
Sacit Adalı (Üye, hakkında menfi bilgi mevcut, 2010, YÖK)
Fulya Kantarcıoğlu (Üye, 2013 Danıştay)
H. Tülay Tuğcu (Üye, 2007, Danıştay)
Ahmet Akyalçın (Üye, 2014, Yargıtay)
Mehmet Erten (Üye, 2014, Yargıtay)
Serdar Özgüldür (Üye, 2020, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi)
Necmi Özler (Üye, 2010, Askeri Yargıtay)
Mustafa Yıldırım (Yedek üye, 2010, Emekli Vali, Üst Kademe Yöneticisi)
Cafer Şat (Yedek üye, 2010, Yargıtay)
Ali Güzel (Yedek üye, 2008 Yargıtay)
Fettah Oto (Yedek üye, 2011, Danıştay)
“SEZER, EMEKLİ OLMADAN VASIFLI İKİ ÜYE ATAYACAK”
Vakit’in ele geçirdiği andıçta, Genelkurmay’ın Anayasa Mahkemesi üyelerini nasıl sınıflandırdığı ve ilgilendiği Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in emekli olmadan yapacağı atamalarla ilgili ifadeler de göze çarpıyor. Notta, “Basında yer alan bir haberde; Mustafa Bumin’den yerine, üyelerden Ahmet Akyalçın, Mehmet Erten, Tülay Tuğcu, Sacit Adalı ve Mustafa Yıldırım’ın aday olduğuna dair bilgi mevcuttur. Anayasa Mahkemesi kararları, asıl üyelerin salt çoğunluğu (6 oy) ile alınmakta; ancak Anayasa değişikliklerine iptal kararı verebilmesi için üçte iki (8 oy) oy çokluğu aranmaktadır. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi 2007 yılında sona ermektedir. Görev süresi sona ermeden önce boş olan iki üyelik için uygun vasıflardaki kişilerden atama yapacağı değerlendirilmektedir” ifadeleri yer alıyor.
AK PARTİ İLE İLGİLİ ANAYASAL İFADELER!
Anayasa Mahkemesi ile ilgili olarak “2007 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri, yine aynı yıl yapılacak olan genel seçimlerden önce Meclis’te çoğunluğu elinde bulunduran AK Parti’nin kendine müzahir bir kişiyi bu makama getirebileceği ve görev süresinin sona ereceği 2014 yılına kadar Mahkemede çoğunluğu ele geçirebileceği kıymetlendirilmektedir” ifadelerinin kullanıldığı bilgi notunda, “Ancak, son zamanlarda Anayasa Mahkemesi hakkında yaşanan tartışmalar ve bu konuda verilen beyanlar dikkate alındığında, AK Parti’nin, Anayasa Mahkemesi Kuruluş Kanunu’nu değiştirerek Anayasa Mahkemesi’nde çoğunluğu elde edebilmelerini sağlayan bir yasal düzenlemeyi TBMM’den geçirecekleri muhtemeldir. Nitekim, AK Partili milletvekillerinin ‘Anayasa Mahkemesi’nin kaldırılmasından ziyade yapısal değişikliğin şart olduğu’ görüşünde birleştikleri ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin üçte birinin Meclis tarafından seçilmesini öngören bir yasa değişikliği taslağı üzerinde çalıştıklarına dair basında haberler yer almaktadır” ifadeleri de yer alıyor.
YARGITAY VE DANIŞTAY’DAN MEDET UMMUŞLAR
Andıçta, AK Parti’nin uygulayabileceği hareket tarzlarından bir diğerinin ise Anayasa değişikliğine giderek Anayasa Mahkemesi’ni etkisizleştirecek bir düzenlemeyi TBMM’den geçirmek olduğuna değinilerek bunun neler yapılabileceğine dair yapılan değerlendirmede, “Anayasa Mahkemesi’nin mevcut Kuruluş Kanunu’na göre Cumhurbaşkanı’nın atama yetkisi sınırsız değildir. Cumhurbaşkanı, ancak 3 asıl ve bir yedek üyeyi doğrudan seçme hakkına sahiptir. Kalan üyelikler için çeşitli kurullar (Yargıtay, Danıştay gibi) tarafından kendisine sunulan adaylar arasından bir seçim yapmak durumundadır” deniliyor.
GENELKURMAY BAŞKANI, SEZER’LE MAHKEME ÜYELERİNİ GÖRÜŞMÜŞ
Bilgi notundaki değerlendirmede şöyle deniliyor: “AK Parti’nin, Anayasa Mahkemesi Kuruluş Kanunu’nu değiştirerek Anayasa Mahkemesi’nde çoğunluğu elde edebilmelerini sağlayan bir yasal düzenlemeyi TBMM’den geçirebileceği; ancak Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu ve görevleri Anayasa’da düzenlendiğinden (EK-D), bu tür düzenlemenin Anayasa değişikliği yapılması ile mümkün olacağı değerlendirilmektedir. Diğer yandan, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’in de emekli olmasıyla boş bulunan üç asıl üyelik için Cumhurbaşkanı’nın yapacağı atamaların takip edilmesine ve gelişmelere göre uygun zamanda Sn. Genkur. Bşk. Tarafından Sn. Cumhurbaşkanı ile yapacağı görüşmede gündeme getirilmesinin uygun olacağı kıymetlendirilmektedir.”
|
|
|
|