GiRAY ERDOGAN net
Ana Sayfa
Genel kultur
ilginc buluslar
Siyasi Sohbetler
=> Siyasi bilgiler
=> Siyasi Bilgiler 1
=> Siyasi Bilgiler 2
=> Siyasi Bilgiler 3
=> Siyasi Bilgiler 4
=> Siyasi Bilgiler 5
=> Siyasi Bilgiler 6
=> Siyasi Bilgiler 7
=> Siyasi Bilgiler 8
=> Siyasi Bilgiler 9
=> Siyasi Bilgiler 10
=> Siyasi Bilgiler 11
=> Siyasi Bilgiler 12
=> Siyasi Bilgiler 13
=> Siyasi Bilgiler 14
=> Ask ERBABI
=> Ataturkten harika bir ders
Anketler
Bilim arastirma
MEDİCAL
GALERi
Siyasi Bilgiler 14

Kontrgerilla Cumhuriyeti

“İslamcılara yönelik hedef göstericiliğin baskısı altında Erbakan, bilinen ama kolayca ve normal koşullarda söylenemeyen gerçeği, onbinlerce kişi “Kahrolsun Kontrgerilla!” diye haykırırken dile getiriyor: “Türkiye’de Özel Harp Dairesi var. Bunların CIA’nın emrinde olduğunu, birçok provokasyonda bulunduğunu biliyoruz. Uğur Mumcu’nun öldürülmesine benzer birçok cinayet profesyonelce işlendi. Bu cinayetlerin Özel Harp Dairesi’nin marifeti olduğunu biliyoruz.”

(GERÇEK, 6 ŞUBAT 1993, “Kontrgerilla Cumhuriyetinde”)

 

1989 ve 1991′de PKK kamplarına giderek terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’la iki kez görüşen İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in yayın organı Aydınlık, PKK ile ilgili çarpıcı bir iddiayı gündeme getirdi.

Aydınlık dergisinin iddiasına göre, dergiye ulaşan çok önemli bir bilgi PKK’nın kuruluşuyla ilgili soruyu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde yanıtlıyor. Söz konusu bilgi Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli bir Üsteğmen’e Öcalan’ın avukatlarından D.E tarafından veriliyor. Üsteğmen görüşmenin bir yerinde avukat D.E’ye, MİT ve PKK arasındaki bazı ilişkilerden söz ediyor. Ve şu çarpıcı sözleri söylüyor: “ Başından beri girdiği ilişkileri biliyoruz. Örgütü kursun diye Öcalan’a 10 milyon lira verildi.”

PKK ile ilgili yaptığı araştırmalarla bir çok bilgiye ulaşan ve 24 Ocak 1993′te suikaste kurban giden gazeteci Uğur Mumcu’nun avukat olan ağabeyi Ceyhan Mumcu, bu konuda çarpıcı bir iddia ortaya attı. Uğur ölmeden önce Yaşar Kaya’ya “ Kimlerle işbirliği yaptığınızı açıklayacağım.” diyor.

Yine TRT’de birlikte programa çıkacağı, Erdal İnönü ve Ahmet Türk’e bir dosya getireceğini söylüyor. Program Salı günü yapılacaktı, Pazar günü Uğur öldürüldü. Bu dosyayı verecek ve Ahmet Türk’ü “PKK istihbarat güçlerinin güdümünde diye” uyaracaktı. HADEP diye bir olay vardı o zaman Erdal İnönü’yü de uyaracaktı, “Barış marış sağlayamazsın bunlarla diye”

 

Eski Rızgari grubunun lideri İbrahim Güçlü, 1980′de Bekaa’ya gittiğinde edindiği izlenimleri Aydınlık’a şöyle anlatmış: “Orada karar süreçlerinde Öcalan’dan çok hanımı Kesire ağırlıktaydı. Kararların alınması, çoğu zaman kararların değişmesi Kesire’nin etkisiyle oluyordu.”

Abdullah ve Kesire Öcalan, evlendikten 3 ay sonra Diyarbakır’a yerleşir. Onları Ankara’dan Diyarbakır’a götüren “Pilot Necati” ordudan ayrılmış ve Diyarbakır’da kum ticareti yapmaktadır. Diyarbakır’da Abdullah Öcalan’ın iki yakın dostu daha vardır. Biri Enver Polat adlı Huruçlu eski bir astsubay, diğeri de yedeksubaylığını Eskişehir’de yaptıktan sonra Diyarbakır’a yerleşen Ferhat Tomutay. “Pilot Necati”nin 1982′de esrarengiz bir şekilde kullandığı zirai ilaçlama uçağının düştüğü kazada öldüğü anlaşıldı.

Öcalan’ın 1978′de evlendiği Karakoçanlı Kesire adlı kızın babasının MİT mensubu ya da muhbiri olduğu yönündeki iddialar bugüne kadar sürdü. Abdullah Öcalan Türkiye’yi terk ederek Suriye’ye Bekaa Vadisi’ne yerleştikten sonra Kesire Öcalan’ da yanına aldı. Ancak daha sonra aralarında çıkan anlaşmazlık sonucu örgütte büyük ağırlığı olan Kesire Öcalan, Apo’yu ve örgütü terk ederek Kıbrıs üzerinden Avrupa’ya kaçtı. Abdullah Öcalan’ın hakkında “ölüm kararı” çıkarttığı Kesire Öcalan’ın kimliğini değiştirdiği ve halen Avrupa’da farklı bir kimlikle yaşamayı sürdürdüğü biliniyor.

(www.aktifhaber.com)

 

Aziz Nesin Vakfı’na ait suçlamalara bir yenisi daha eklendi. Yurtta kalan bir kız çocuğuna taciz iddialarıyla uzun süre gündemi meşgul eden vakfın ‘Alman casusları’ barındırdığı iddia ediliyor. Taciz skandalının ardından denetim yapan müfettişler, çok sayıda Alman vatandaşının yurtta kaldığını ortaya çıkardı.

Teftiş raporuna göre, askerlik yapmak istemeyen Almanlar, Türkiye’de Aziz Nesin Vakfı’nda bir yıl görev yaparak bu görevi yerine getirmiş sayılıyor. Vakıfta askerlik için bulunan 3 Alman’ın yanında çok iyi Türkçe konuşan Alman bayanlar da görev yapıyor. Teftiş kurulu ‘hangi amaçla vakıfta bulundukları belirlenemeyen’ Almanları Milli İstihbarat Teşkilatı ve İçişleri Bakanlığı’na rapor etti. Vakıflar Genel Müdürlüğü de vakfı mahkemeye vermeye hazırlanıyor. Vakıf Başkanı Ali Nesin ise iddialar karşısında cevap vermekten kaçınıyor.

Simon Westter, Moritz Shalkes ve Philip Nauman isimli Almanlar, Aziz Nesin Vakfı’nda askerlik görevi için bulunuyor. Alman vicdani retçiler, ’sivil hizmet’ adı verilen bu uygulama ile yurtiçinde ve dışında Alman devletinin izin verdiği sivil toplum kuruluşlarında görev yapabiliyor. Listedeki 239 kuruluştan 140′ının misyonerlik kuruluşu veya kiliseye bağlı olduğu belirtiliyor. Listedeki tek Türk kuruluşu ise Aziz Nesin Vakfı. Yurtdışındaki bu kuruluşları desteklemek için Almanya’da kurulan dernekler de var. Aziz Nesin Vakfı’nı Destekleme Derneği (Förderverein de Nesin-Stiftung – FÖNES) gibi. Vakıfta görev yapacak gönüllüleri belirleyen bu dernek, yüklü miktarda bağışta da bulunuyor. Alman Sivil Hizmet Kanunu’na göre, yurtdışında gönüllü çalışılacak kuruluşlar Almanya’nın denetimini kabul ediyor. Kanuna göre, askerlik görevi yapılan kuruluşların Federal Sayıştay’ın denetlemesine izin vermesi şart. Gerekçe ise Almanya’nın yaptığı yardımların nerede harcandığının takibi. ‘Federal Aile, Yaşlı, Kadın ve Gençlik Bakanlığı’nın da vakıf hakkında bilgi edinebilmesi gerekiyor.

‘Alman Gizli Servislerinin Türkiye Operasyonları’ adlı kitabın yazarı Talip Doğan Karlıbel, Aziz Nesin Vakfı’ndaki Alman nüfuzunu, beşinci kol faaliyeti olarak nitelendiriyor. Karlıbel, “Almanlar istihbarat veya misyonerlik faaliyeti yürütmektedir. Almanya demokrasiye geçiş sürecinde olan devletlerde, kendi ekolüne dayalı bir sistem yerleştirmeye çalışmaktadır. Nesin Vakfı, yıllardır Almanya tarafından örtülü bir şekilde desteklenmektedir. Friedrich Ebert Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, 1990′lı yıllarda vakfa 244 bin marklık yardım yapmıştır. ” diyor. ‘Alman Derin Devleti’ adlı kitabın yazarı, eski DSP Milletvekili Zafer Güler de vakıfta görev yapan ‘Alman askerlerin’ casusluk yaptığını iddia ediyor. Güler, “Almanya bu gibi vakıflara ajanlarını göndererek orayı kontrol altında tutar. Aziz Nesin Vakfı, bu anlamda bilinen bir kuruluştur.”

(www.aktifhaber.com, 11-2007)

 

Müzik dine alet edilirken

Yukarda resmi görülen “şamdan”ın adı zeytin yağı ile yanan menora’dır. Yahudi dininin kutsal simgelerinden en önemlisidir. Hıristiyanların noelinin bir benzeri olan Hanukka bayramı menora’ya ilişkin bir efsaneyle ilgilidir. Teokratik (dini esaslara dayalı) bir devlet olan İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte menora da devletleşmiş ve Sion’ da baş köşeyi almıştır. Siyonistlerin kendi deyişleriyle, “Yeruşalayim başkenti olarak sonsuza kadar yaşayacak devleti”nin simgesi olarak menora bugün İsrail’in merkezinde yer almaktadır.

Böylesine dini ve siyonizmin “megan David”i (Davud Yıldızı, İsrail’in bayrağındaki yıldız) yanında en büyük simgesi olan menora Amerikan yahudi aydınlarının “entelektüel mekanları”nın ayrılmaz bir aksesuarıdır. Bu nedenle, “Amerikan lifestyle” hayranı işbirlikçi aydınlar için de menora “iç mekan dekorasyonunun” ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Bay %5 Ertuğrul Özkök’ün reklamcılığını yaptığı, Cem Boyner’in sahibi olduğu holdingin yayınladığı Lexus ve Zeytin Ağacı da, bu siyonizmin simgesi olan zeytin yağı ile yakılan menora kadar entelektüel yaşamların parçası olmuştur. Uluslararası yahudi “cemaatleri” tarafından desteklenen (“globalist” dilde ifade edersek, sponsorluğu yapılan) her türlü faaliyette, Lexus’la simgelenen lüks ve pahalı otomobiller, zeytin ağacı ve menora hep birlikte yer alırlar. Her türden azınlık cemaati toplantılarında, “kültürel etkinlik” adı verilen dini ayinlerinde bu simgeleri görmek olağan hale gelmiştir. Özellikle 12 Eylül askeri darbesiyle ithalatın liberalize edilmesiyle bu olgu daha da belirginleşmiştir.

Bilindiği gibi, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında ithalatın liberalize edilmesi, yani her türden emperyalist malların ülkeye girişinin serbest bırakılmasıyla birlikte, ithal malları ticaretinde “patlama” olmuştur. İthal malları ticareti, artan oranda “birkaç dil bilen, tahsilli” eleman ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. Bu eleman ihtiyacı, yabancı dilde eğitim yapan okulların birbiri ardına açılmasına yol açarken, diğer yandan “hazır insan kaynakları”nın devreye sokulmasını getirmiştir. “Hazır insan kaynakları” ise, “azınlıkların” özel yabancı okullarda eğitim görmüş çocukları olmuştur.

Gelişen ve büyüyen ithal malları ticareti, bu “azınlık çocukları”nın istihdamını artırırken, aynı zamanda “azınlık kültürü”nün yeniden keşfedilmesini sağlamıştır. Geleneksel olarak ticaret ve bankacılık alanlarında çalışan, birkaç “yabancı” dil bilen, “tahsilli” rum ve yahudi azınlıkların iş dünyasında etkin hale gelişleri küçük-burjuva aydınlarının “azınlık kültürü”ne olan “sevgi ve ilgilerini” artırmıştır. İlkin İstanbul Festivali ve Sinema Günleri kapsamında kendini dışavuran bu “azınlık kültürü sevgi ve ilgisi”, giderek entel cafélerden barlara kadar genişlemiştir.

Tarihsel olarak tüccar bir topluluk olan yahudiler ile Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri İstanbul’daki uluslararası ticari ve mali ilişkilerde etkin olan rumlar, bu gelişmenin ekonomik, toplumsal ve siyasal meyvalarını toplamaya başlamışlardır. Ekonominin ithalata bağımlı yapısı ve küçük-burjuvazinin ithal tüketim mallarına olan tutkusuyla “patlama” yapan ithal malları ticaretinin ekonomide birincil önem kazanmasıyla “kariyer” sahibi olan bu azınlıklar, “vazgeçilemez” olduklarını gördükleri oranda, kendi özel çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelmişlerdir.

Sezen Aksu’nun Ege şarkılarıyla, magandaların tabak kırma mekanları olan tavernalarla, Aya İrini vb. ortodoks kiliselerinde düzenlenen festivallerle ithal malları sektöründe çalışan rumların etkinliklerine zaman içinde yahudi “lobisi” de eklenmiştir. Ancak yahudi azınlık, siyonizme karşı olan toplumsal tepkiyi gözönüne alarak, bu etkinliklerde “gölgede” kalmaya çalışmıştır. Asıl olarak “kültürel yaşam”da finansatör ya da organizatör olarak rol alan yahudi “lobisi”, ortodoks kiliselerinde düzenlenen festivallerde ve resitallerde kendilerine karşı olan tepkiyi pasifize edecek yol ve yöntemler geliştirmişlerdir.

İsrail’e Manavgat suyu satışı ve güney sahillerine gelen İsrailli turistler yahudi cemaatinin faaliyetlerini “turizm beldelerine” kaydırmalarına yol açmıştır. “Turizm beldeleri”nin en büyük özelliği ise, buralarda olan bitenlere “medya”da fazlaca yer verilmemesidir. Bir başka ifadeyle, güney sahillerindeki eğlence ve dinlence sektörünün “işleri” kamuoyundan gizlenmektedir. “Medya”nın “ileri gelenleri”nden “solcu” aydın ve sanatçılara, emekli generallerden politikacılara kadar herkesin “dinlence” yerlerinde “rahatsız edilmemesi gerektiği” konusundaki “medyatik konsensus”, bu gizliliğin sağlanmasına uygun bir ortam yaratmıştır.

Son dönemde 12 Eylül “aydınları”nın inzivaya çekildiği ve bu inziva günlerinde üniversite gençlerini “eğittiği” Gümüşlük beldesi bu gizli yaşam alanlarının yeni “gözdesi” haline gelmiştir. Latife Tekin’in “Gümüşlük Edebiyat Akademisi” bu yönde atılmış ilk büyük adım olmuştur. “Sponsor”luğunu Garanti Bankası, Profilo, Koç Holding, Koleksiyon Mobilya, Öztüre Holding, Çanakkale Seramik, Simko-Siemens, Göktepe Plastik, Uğur Dondurucuları’nın yaptığı bu “akademi”yle birlikte Gümüşlük’ün “makus kaderi” yenilmiştir! Artık yeni adımlar atılmasının önünde fazlaca engel bulunmamaktadır! 23 Ağustos 2004 günü basında yer alan şu haber bu yeni adımın ne olduğunu göstermektedir:

“Eklisia’nın büyülü ortamında organize edilen ve dünya çapında öneme sahip sanatçıların konserler verdiği Gümüşlük Piyano Festivali’nde Hüseyin Sermet ve Hande Dalkılıç’ tan sonra dün akşam da Devlet Sanatçımız İdil Biret Bodrumlu sanatseverle buluştu. Katılımın çok yüksek olduğu ve bir saat onbeş dakika süren konser, bilim, sanat ve siyaset dünyasından bir çok ünlü ismi de bir araya getirdi. Konseri izleyenler arasında Başbakan eski yardımcısı, Erdal İnönü ve eşi Sevinç İnönü, Genel Kurmay eski Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, CHP’li Muğla Milletvekilleri, Ali Arslan, Fahrettin Üstün ve Avrupa Parlamentosu üyesi Gülsün Bilgehan da bulunuyordu.”

Böylece “Eklisia’nın büyülü ortamında”, Erdal İnönü ve eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun içlerinde yer aldığı “seçkin davetliler” İdil Biret konseri izlerken, piyanonun arkasında menora tüm haşmetiyle ortaya çıkmıştır.

Burada küçük bir ayrıntıya da değinmek gerekmektedir: “büyülü ortamından” söz edilen Eklisia, eski bir kilisedir. Fotoğrafta da görüldüğü gibi, konser verilmeye fazla elverişli olmayan alçak tavanlı bir yapıdır. Ama amaç, gözlerden uzak “seçkin davetlilere” hıristiyan ve yahudi sentezi bir “mekan” sağlamak olduğundan bunun hiç bir önemi olmamıştır.

İşin diğer yanı ise, bu piyano festivalinin “sponsorluğunu” Gümüşlük Belediyesi, Bilkent Üniversitesi, İngiliz Kültür Bakanlığı, Kavaklıdere Şarapları, Arion Resort Bodrum, Türk Hava Yolları ve Gümüşlük Jandarma Komutanlığı’nın yapmış olmasıdır. Gümüşlük Jandarma Komutanlığı’nın “sponsorluğu” basında şöyle yer almıştır:

“Yaz ayları boyunca değişik ilçelerde ve beldelerde temizlik yapan Muğla İl Jandarma Alay Komutanlığı Çevre Koruma Timi, Bodrum Gümüşlük’te çevre temizliği gerçekleştirdi. Temizlik çalışmalarına Gümüşlük Jandarma Karakolu ekipleri, Jandarma Asayiş Bot Timi, vatandaşlar ve Çevre Koruma Timi personeli katıldı.”

Dün, Genelkurmay Başkanı iken “en kemalist”, “en laik”, “en vatansever” genelkurmay başkanı ilan edilen Hüseyin Kıvrıkoğlu, bugün aynı “kemalist ve laik” kişiliğiyle şarapçılarla, yahudi turizmcilerle birlikte her yönüyle dinsel bir “festival”de boy gösterebilmektedir. “Mehmetçik”e düşen görev ise, bu dini müzik festivalinin artıklarını toplamak olmaktadır.

Önce klasik müzik mekanları kiliselere taşınarak (Aya İrini bunların en ünlüsüdür) dinselleştirilirken, şimdi dinselleştirilmiş mekanlarda müzik dinselleştirilmektedir. Bu olayda yahudilerin ya da hıristiyanların ne yaptıkları ya da ne yapmak istedikleri fazlaca önemli değildir. İster Ariel Şaron’un Filistinlilere yönelik katliamlarının yaratmış olduğu “kötü imajı” düzeltmek amacı güdülmüş olsun, ister İstanbul’da yahudi cemaatine yönelik saldırılara karşı bir dayanışma sergilemek amacı güdülmüş olsun, hıristiyan kilisesinde yahudi simgesi altında piyano festivali izleyenler kendilerini “türk ve müslüman” olarak tanımlayan “seçkin ve laik” insanlardır. Bu “seçkin” insanlar, müziğin dinselleştirilmesinden hiç bir rahatsızlık duymamaktadırlar. Bu nedenle, dinselleştirilmiş müzik ya da kültür festivalleriyle dinsel ve dinsel-politik propaganda yapılması da onları ilgilendirmemektedir. Ulus, ulusal devlet, ulusal ekonomi vb. her türlü “ulusa ait” kavramların ve değerlerin işlevsizleştirildiği ve ülkenin üzerinde bir yük olarak gösterildiği bir dönemde, dine ve dinsel değerlere olan bu “teveccüh” şaşırtıcı değildir.

İşbirlikçi tekelci burjuvazinin kozmopolitizmi ile beslenen ve ithalatın liberalleştirilmesiyle tüm sömürücü sınıfların ortak bir perspektifi haline gelen “globalleşen dünya” söylemi, ülkenin ve devletin varlığının temelini oluşturduğu iddia edilen ulusal birliği bozmuş ve dağıtmıştır. Ulusal birliğini kaybeden devlet, giderek kendi varoluşunu dinde, yani müslümanlıkta bulmaya yöneltilmiştir. Artık ulusalcılık değil, ümmetçilik dönemi başlamıştır. Ümmetçiler için de, toprak birliği önemli değildir.

İşte bu ümmetçilik arayışı içine girmiş bir ülkede, her türden dinsel ya da etnik azınlık için bir toprak edinme olanağı ortaya çıkmıştır. Özellikle rum ve yahudi azınlıkların Anadolu’da toprak edinme çabaları bu ortamdan beslenmektedir. Onlar, ulusal birliğin parçalayıcıları değildir. Onlar, yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan azınlıklar olarak, ulusal birliğin dağılmasının yarattığı Anadolu topraklarının yeniden paylaşımının gündemde olduğu sanısıyla, kendilerine düşen payı almak istemektedirler.

Herkesin ağzından “allah” sözcüğünün düşmediği, televolecilerin, popstarların “allahıma bin şükür”le kalkıp “allahıma bin şükürle” yattıkları bir ülkede, ulusal pazardan, ulusal kültürden, ulusal ekonomiden ve en nihayet ulusal devletten söz etmek ise gülünç olmaktadır. Genelkurmay Başkanının bile açıkça ordunun pragmatistliğini ilan ettiği böyle bir ülkede, rum ve yahudi azınlığın “ülkeyi parçalamak için komplo düzenledikleri”ni iddia etmek ise, saçmalıktan başka birşey değildir.

Böyle bir ortamda ve böyle bir ülkede, kozmopolit küçük-burjuva aydınlarından işbirlikçi burjuvazisine, emperyalist tekellerin yerli acentalarından re-export tüccarlarına kadar herkesin “AB pasaportunu cebine koyarak” ülkeyi terk etmeye ve dolar karşılığı satmaya hazır olduğu bir ülkede, “sessiz çoğunluk” denilerek “sürüye sayılan” halk ise olayları sadece izlemekle yetinmektedir. Sanki mütareke aydınlarının ve yorgun savaşçıların döneminde, “estağfurullah beyim, senin Türk dediğin Haymana’da yaşar” diyen Osmanlı köylüsü gibi olaylara kayıtsız kalmaktadır.

“Sevr hortlatılıyor”, “yeni Sevr dayatılıyor” diye feryat-figan edenler ise, bu halkın hiçbir zaman Sevr’i yaşamadığını, Sevr’in ne olduğundan ve ne anlama geldiğinden habersiz olduğunu unutmuş görünmektedirler. Feodal ideolojilerle körletilmiş, bilinçlenmesi ve aydınlanması engellenilmiş “milletin efendisi” köylüler için “vatan”, “yurt” ya da “ülke” denilen şey, birkaç dönüm tarlası ile bir göz evinden ibarettir. Anadolu insanı için artık “gavur”, “müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkan gayri-müslimler” değil, kendilerine para getiren “turist”lerdir. Onlar İzmir’in levantenlerini, Galata bankerlerini, Duyun-u Umumiye’yi bilmedikleri gibi, Osmanlı’dan beri “kerim devlet”ten, ceberutluktan, baskıdan ve jandarma dayağından başka birşey görmemişlerdir. Onlar için “devlet”, çarık yerine ayakkabı giydiren, gecekondularına tapu veren, ürünlerine yüksek taban fiyatı veren politikacılardan ibarettir. Ve bu politikacılar da gelişmelerin “iyi” olduğunu söyledikleri sürece, kendilerini ilgilendiren bir sorun görmemektedirler.

Müziğin, kültürün, sanatın dine, dinin siyasete ve siyasetin ülkenin toprak olarak paylaşımına alet edildiği bir ulus için, “AB referandumu” ile kendi kendini fesh etmek tek seçenek ve tek “alın yazısı” olmaktadır.

Ülkesini, yurdunu ve halkını seven, kendi geleceğini ve kaderini halkın kaderi ve geleceğinden ayrı görmeyen gerçek ilerici, demokrat ve yurtseverlere düşen görev, bu gerçeklerin bilincinde olarak devrimci mücadele saflarında yer almalarıdır. Bu mücadele, tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye mücadelesidir.

(http://www.kurtuluscephesi.com)

 

Küresel oyunlar

Hollanda’da çok önemli siyasi cinayetler yaşandı 2001’den sonra. 2002’de ırkçı lider Pim Fortuyn öldürüldü. Halk “Müslümanlar katildir” diye bağırarak başkanlık sarayına yürüdüler ve sonunda katil bir Hollandalı çıktı. Arkasından sapkın görüşleri ile bilinen bir yönetmen ve köşe yazarı öldürüldü. Theo van Gogh, peygambere, tanrıya, herkese küfreden, Hıristiyan alemine de küfreden yayınlar yapan biriydi. Öldürülünce göçmen uyum masası bakanı Rita Verdonk ortaya çıkıp, “yeter artık bu Müslümanlardan çektiğimiz” diye beyanatlar verdi. Arkasından Bernard Bot dışişleri bakanı kalktı ve “Müslümanlar genetik olarak geri zekalıdır” dedi. Bütün bu kışkırtmalar yapıldı ve aydın avı, “cadı avı” başlatıldı, bütün aydınlar sindirildi. Sonunda değişik görüş savunan hiç kimse kalmadı. Hollanda’da halk ve özellikle Müslümanlar baskılar altında ezildi. Ben her cinayetten sonra yada her olaydan sonra bunun sonuçlarının kime yaradığına bakılması gerektiğini düşünüyorum.

Şu anda Merkel’in dediği gibi, “Türkiye hoşgörüsüz bir toplumdur derhal siyasi iklimini değiştirmek için elinden ne geliyorsa yapmalıdır” gibi konuşmalar durumu açıklıyor bence. Türkiye’de müthiş bir psikolojik harekat var dediğin gibi. Aşağılık kompleksi yaratmak, “biz kötü insanız, biz barbar insanız, onu bunu öldürüyoruz” şeklinde bir duyguyu halka benimsetmek amaçlı.

Bakın 14 Şubat 2005 yılında Suriye enformasyon bakanının odasındaydım. Haber geldi, “Hariri öldürüldü” diye. Adam hemen, “bakın şimdi ne olacak; tüm parmaklar bizi gösterecek!” dedi. “Önce Lübnan’dan çıkın diyecekler. Biz çıktığımız zamanda oraya İsrail girecek. Bu, bunun için yapılmıştır!” dedi. Haririnin arabasının Alman arabası olduğunu, içindeki bomba sensörlerinin Amerikan uydu sisteminden kontrol edildiğini söyledi.
Olay olduğunda bu sensörler çalışmaz hale getirilmişti ve bunu yapacak teknolojiye sahip dünyada 2 ülke vardı: İsrail ve Amerika. Şunu demek istiyorum: Cinayetler kimin işine yarıyor diye bakmalıyız. Malatya’daki olaylar, Santorinin öldürülüşü vs, vs. Hepsi Türkiye’nin üstüne daha fazla gelmeye yarıyor. Yani bugün Hrant Dink cinayetinden sonra “biz Ermeni’yiz” diye sokaklara dökülen birileriyle karşı karşıyayız.

(Gazeteci ve belgeselci Banu Avar)

 

Alışılageldik bir garip evlilik

Eski Yargıtay 3. Ceza Dairesi Başkanı Yusuf Kenan Doğan’ın oğlu ile ”Susurluk davası” hükümlüsü Korkut Eken’in kızı evlendi.

(http://www.haber7.com)                                                                               

Önceki                                                                                                                              Sonraki


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol