|
|
 |
Siyasi Bilgiler 2 |
O İyi Çocuk Kimdi?
Tür: DERİN HABER
İddia çarpıcı: Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Büyükanıt’ın “İyi çocuk” dediği Ali Kaya, Abdullah Öcalan’a da korumalık mı yapmıştı?

Şemdinli Olayı’na Karışan Astsubay Ali Kaya
Şehid analarına ve Cumartesi annelerine sormak istiyorum, bu haberler sizin için ne anlama geliyor? ASDER, şehid aileleri dernekleri bu konuda ne yapıyorlar?
HSYK, Ali Kaya’nın da dahil olduğu davanın savcısı konusunda elini niye çabuk tuttu, neden acımasızdı ve Büyükanıt’ın sözlerine verilen tepki neden birilerini telaşlandırdı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Hükümetin bu konudaki sessizliğine, savcının görevden alınmasına sebeb olan gerçek de bu bilgi miydi yoksa!
Haberin devamı şöyle: “Rozerin ona (Ali Kaya’ya) “Sizi daha önce tanıyorum” deyince, “Hayır tanımıyorsun, nerden tanıyorsun” diye karşı çıktı. Rozerin; “Ben senin köylünüm, birlikte az mı karlı yollarda ortaokula gittik ve senin hep hayalin polis olmaktı” dedi. Ali Kaya; “Yanlışınız var, insanlar çift doğmuş. Beni karıştırıyor olmalısınız” dedi. Rozerin de “Peki öyle olsun” dedi, ama Ali Kaya durumun farkına varmış ve tedirgin olmuştu. Öcalan söz konusu dönemde şöyle bir demeç vermişti: “Benim ne yaptığımı, ne yediğimi, günde kaç kere WC’ye gittiğimi dahi biliyorlar, evimin merdivenlerinin kaç adet basamak olduğunu, hepsini biliyorlar ama amaçlarına ulaşamadılar.” Ali Kaya durumun farkına varmıştı, artık kaçması lazımdı, Rozerin de onu oyalamak ve daha fazla bilgi almak amacıyla, Ali Kaya’ya Öcalan’ın güvercinlerinin olduğu yere doğru gidip konuşmak istediğini, hem de güvercinlere bakabileceklerini söyledi. Ali Kaya “tamam” dedi. Rozerin; Ali Kaya’ya, “Neden kaçtınız, suçunuz neydi, gerçek adınız neydi?” diye sordu. Ali Kaya; “Gerçek adım Yusuf Kara, kod imim ise Rüstem, üzerimdeki kimlik ise sahte ve kaçmak için kullandım. Yusuf Kara olarak aranıyorum ve pasaporttaki ismim de Ömer Gençoğlu” diye yanıtlar. Rozerin; “Yurtdışına çıkmak için bunca masraf yapacağına dağa kaçardın, neden dağa çıkmadın” diye sorar. O da; “Benim dağa çıkma gibi bir niyetim önceden yoktu. Sonra Suriye’de çaresiz kalınca anladım ki, benim yerim PKK’nin yanıdır” der. Rozerin üç saat gibi uzun bir süre onu oyalamaya çalışır, fakat o da durumun farkına varır ve acil olarak en yakın olan köye gitmesinin gerekli olduğunu söyler. Rozerin bütün çabalarına rağmen gitmesine engel olamadı ve Ali Kaya kaçıp gitti. Ali Kaya’yı Öcalan’a öneren Pılıng Kamışlo’da kalıyordu. Kamışlo bölgesi PKK milisleriyle doluydu ve hemen orayı terk etmezse her an PKK’nin eline geçebilirdi. Ali Kaya, Kamışlo’daki özel ajanlara haber uçurdu ve “Acil olarak Pılıng için ne gerekiyorsa yapılsın ve Şam’daki TC büyükelçiliğine getirilsin” talimatı verdi. Pılıng kod adlı ajan da böylece sağlama alınır. Öcalan; bu olayı yıllarca kendisini aklamak için farklı anlattı durdu. Ancak; Ali Kaya’yı deşifre eden Rozerin, bu olaydan sekiz ay sonra, Hizil Çayı’nın kenarında PKK tarafından “ajandır” diye vuruldu! Şu anda mezarı Siyah Kaya Dağ Tabur Komutanlığı’na bağlı bir alandadır ve mezarı da topçu ateş pisti olarak kullanılmaktadır. Rozerin’in mezarı Hizil Çayı’nın Kürdistan bölgesindeki Sınaht Deresi’ne 300 metre kala eski bir Saddam karakolunun bulunduğu yerdedir. Ancak; Saddam’dan kalma karakol kullanılamaz halde ve şimdi de PKK tarafından öldürülen Kürd gençlerinin mezarlarına “bekçilik” ediyor. Karakolun ismi de Saddam Karakolu’dur. O karakol civarında hiçbir neden yokken kim bilir kaç tane Kürd fidanı yatmaktadır! Ve ne acıdır ki, Rozerin’in kız kardeşi hâlâ DTP içinde aktif çalışabiliyor.”

Bu haber geçen gün bizim “Arşiv”de çıktı. Bilmiyorum savcılar bu iddiaları takip ediyor mu? İçişleri, Adalet Bakanlıkları bu konuları soruşturuyorlar mı? TBMM İnsan Hakları Araştırma Komisyonu ne yapıyor?
Ben bir kez daha alıntılamak istedim. DTP’liler, PKK’lılar bu iddialara ne cevap veriyor merak ediyorum. “Kürt Ergenekonu” iddiaları hep geçiştiriliyor. Kesire olayı, kayınpederi, üniversite yıllarında başlayan istihbarat görevi. Gerçekten Şam’da, Apo’nun kaldığı apartmanda bir zamanlar üstte askeri ataşemiz, altta istihbarat görevlisi mi oturuyordu?
Genelkurmay başkanının ‘iyi çocuk’u, Apo’nun koruması mıydı? Çevik Bir, Mesut Yılmaz filan hep bu oyunu biliyorlar mıydı? Uğur Mumcu bunun için mi öldürüldü, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, Cem Ersever bu sırra mı kurban edildi?
O zaman “bebek katili” söylemleri neyin nesi idi? Kim kimdir? Kimin eli, kimin cebinde?
Birileri Türklerle ve Kürtlerle dalga geçiyor. Bu konuda hükümetin söyleyeceği bir şey yok mu? Büyükanıt susmaya devam edecek mi? Eğer her şey bir kurgu idiyse, bunca zaman, bunca insan ne adına kurban verildi?
Yukarıdaki iddialar Azat Ararat isimli birine ait. Nasname, “Azat Ararat mahlası ile bundan böyle bildiklerini kamuoyu ile paylaşmak isteyen kişi, uzun süre PKK içerisinde çalışmış, Öcalan’a çok yakın olmuş, PKK’deki kirli ilişki ve faili PKK olan cinayetlere de tanıklık etmiştir. Özel nedenlerden dolayı gerçek ismi ile yazması uygun görülmemiştir.” diye bir not düşmüş haberine. Anlaşılan, bu iddiaların arkası gelecek. Bizim dışımızda, derinlerde gizli bir hesaplaşma yaşanıyor.
Açılımdan önce bu derin gerçeği çözmemiz gerekiyor. O zaman belki de gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Birtakım siyasilerin, liderlerin kodlarını da öğreneceğiz. “Türkiye neden böyle” sorusunun cevabını bulacağız.
Gerçek şu ki, birileri bu ülkenin çocuklarının kanları ve gözyaşları üzerine kendilerine iktidar ve servet üretiyor. Bunlar media, mafia, sermaye, siyaset, bürokrasi, STK içine gizlenmiş bir çete. Aralarında şeyh de var, fahişe de. Her şeyi istismar ediyorlar. Herkesi, her şeyi kullanıyorlar.
Şimdi Büyükanıt’ın, bu iddialar karşısında yeniden sorgulanması gerekiyor. Sadece onun değil, artık çoğunun isimlerini bildiğimiz daha birçok kişinin. Hükümetin de, MİT, Emniyet, MGK, TSK yetkililerini çağırıp, alacağı bilgileri, toplumla paylaşması gerekiyor. Bu derin gerçek ortaya çıkmadıkça hiçbir açılım hedefine varmayacaktır.
Apo bazı gerçekleri söylemek konusunda neden isteksiz?. Yoksa o da mı bazı şeylerden korkuyor? Bir korku cumhuriyetinde mi yaşıyoruz? Korku tüneline mi girdik yoksa?
Sorular cevabını arıyor. Söylenti ve kuşku, en vahim gerçekten daha tehlikelidir. Selam ve dua ile.
(Abdurrahman Dilipak, Vakit, 2009-12-10)

Grip Aşısı ile Milyonları Öldürecekler
Tür: DERİN HABER
Finlandiya eski Sağlık Bakanı Dr. Rauni Kilde’den domuz gribi hakkında çor cesur açıklama. Domuz gribi aşısının bir aldatmaca olduğunu itirafa eden Dr. Kilde, “Bu aşı ile mümkün olduğunca dünya nüfusunun çoğu öldürülmek isteniyor” dedi.

Dr. Rauni-Leena Luukanen Kilde
Bu düşüncenin eski ABD Başkanlarından Henry Kissinger’e ait olduğunu söyleyen Dr. Kilde, 14-15 Mayıs 2009 tarihinde yapılan Bilderberg toplantısında bu kararın alındığını belirtti.

Yahudi asıllı Eski ABD dışişleri bakanı Henry Alfred Kissinger
Dr. Kilde, bir televizyona yaptığı açıklamasında, “ABD, hiçbir maddi kayıp yaşamadan hatta milyarlarca dolar kazanarak dünya nüfusunu üçte iki oranında azaltmayı hedeflemektedir” diye konuştu.
Dünya Sağlık Örgütü’ne domuz gribinin ölümcül bir salgın olduğu yönünde beyanda bulunması için baskı yaptıklarını belirten Rauni Kilde, “Böylece aşıyı tercihli değil zorunlu yapmak istiyorlardı. Özellikle hamile kadınların ve çocukların ilk önce aşı ile zorunlu tutulması gelecek nesilleri hedeflediğini göstermektedir” açıklamasında bulundu.
Finlandiya hükümetinin sınıflandırmayı kabul etmediğini ve hastalığın derecesini normal hastalık olarak gösterdiğini ifade eden Kilde sözlerini şöyle sürdürdü; “Hiç kimse aşının bir yıl, beş yıl ya da 20 yıl sonra ne gibi etkilerinin olacağını bilmiyor: Mutlak kısırlık mı? Kanser mi? Ya da ölümcül herhangi bir hastalık mı?”
Dr. Rauni Kilde, “Amerikan yönetimi ileride bundan dolayı doğacak herhangi bir sıkıntıdan dolayı ilaç şirketlerine bir sorumluluk yüklenmemesi için şimdiden önlemini aldı ve onları tüm sorumluluklardan muaf tuttu. Bu bile işin ciddiyetini göstermeye yeter” dedi.
(Aslı Yüce, www.timeturk.com, 12-2009)
Kofi Annan’ın Rengi Belli Oldu
Tür: DERİN HABER
Değerli okurlarım; bugüne kadar hiç eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan ve arkasındaki gizli gücün ne olduğu konusunda fikir telakisi yapıp hiç düşündünüz mü?

Kofi Annan
Uzunca bir dönemdir Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olan şu meşhur Annan Planı hakkında bugüne kadar o kadar çok şeyler yazılıp çizildi ki; ama hiç kimse bu planı yazdığı söylenen Bay Kofi Annan’ın kim olduğunu araştırma zahmetinde bulunmadı veya bulundurulmadı.
Global kapitalizm için çok önemli planların gerçekleşmesi beklenen kritik yılların BM Genel Sekreterliği koltuğuna Kofi Annan adında daha önceden adı sanı duyulmamış, karizmatik, kibar bir Ganalı siyahın oturması şahsen öteden beri benim hep ilgimi çekmiştir.
Kofi Annan’ın biyografisine baktığımda bu kadar hızlı yükselmesinin sebebini anlamak mümkün değil; çünkü Kofi Annan’ın kariyeri bırakın büyük diplomatik başarılara imza atılmış imzaları, baştan aşağıya eline, yüzüne ve gözüne bulaştırdığı başarısız görevlerle dopdolu.
Siyah renkte olduğu için genelde Afrika’yla ilgili görevlere verilen Kofi Annan, Somali’deki görevinde tam bir başarısızlığa imza atmış ve Raunda katliamında ise göz göre göre gelen felaketi önleyememiştir.
Bu boyuttaki iki başarısızlığa imza atan bir diplomat bırakın Birleşmiş Milletler’in başına geçmek bir yana, işinden bile olması gerekirdi, fakat böyle olmadı.
Peki Kofi Annan gibi başarısız bir diplomatı dünyanın en prestijli işine getiren güç neydi?
Bu sorunun cevabını bulabilmek için Kofi Annan’ın geçmişine bakmak gerekir.
Kofi Annan bir Gana vatandaşı ama sıradan bir Ganalı değil, bakınız Gana’yı esas olarak iki kabile yönetir, bunlar Fanteler ve Ashanteler’dir.
Bu iki kabile İngilizlerin bölgeyi sömürgeleştirmesinden önce yüzyıllarca bu topraklara hakim olmuştur.
Kofi Annan, anne tarafından Fante baba tarafından ise yarı Ashente kabilesinden, yani Gana’nın seçkinlerinden biri olarak doğmuş ve ayrıca babasının bir kabile şefi olması dolayısıyla da zenci bir aristokrat’tır.
İngiliz sömürge yönetimin sonlarına doğru bu iki kabileler yeni yönetime oldukça kolay uyum sağlamış durumdadır.
Kofi Annan’ın kabile şefi babasına bölgenin kaynaklarını sömüren Yahudi Lever Kardeşler Şirketi yüksek maaşlı bir müdürlük pozisyonu vermişlerdir.

Lever Kardeşler Şirket Kurucusu İngiliz William Hesketh Lever
Evet yanlış okumuyorsunuz bu şu an dünyanın en büyük temizlikçi kimyasal ürün şirketlerinden olan bildiğimiz Lever.

Unilever Ürünleri
Ayrıca Kofi Annan’ın babasının en önemli özelliklerinden biride Gana’daki en saygın masonlarından birisi olmasıdır.
Kofi Annan ülkesindeki bu seçkin durumunun da etkisiyle Ford bursuyla ABD’ne okumaya gönderilir ve mezuniyetin ardından Birleşmiş Milletlere girer.
Kendisi gibi Ganalı aristokrat olan zenci bir bayanla evlenen Kofi Annan, kariyerinin ilk dönemleri oldukça sönük geçer ve genelde Birleşmiş Milletler adına bozuk yemek ve ilaçları insani yardım adı altında soydaşlarına dağıtmakla geçer.
Kofi Annan bir süre sonra karısından boşanır ve son derece özel bir kadınla ikinci evliliğini yapar.
Her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır sözünü haklı çıkarırcasına, Kofi Annan ikinci evliliğinden sonra bugün oturduğu koltuğa roket hızıyla yükselmeye başlar.
Bir zamanların önemsiz işlerin adamı Kofi Annan bir anda BM’nin en popüler ve en gözde diplomatı haline gelir.
Peki bu özel kadının sırrı nedir? Kofi Annan’ın ikinci eşi ilk karısının tam aksine son derece güzel, bir İsveçli olan Nane Lagergren’dir.

Annan ve ikinci eşi Nane Annan
Bir ressam ve başarılı bir avukat olan bayan Nane Lagergren’in amcası ise son derece ünlü birisidir. Yahudiler tarafından kahraman ilan edilen ve Steven Spielberg tarafından çekilen filme konu olan Schindler gibi, Nane Lagergren amcası da Yahudilerin gözünde bir kahraman haline gelmiş olan Raoul Wallenberg’dir.

Raoul Wallenberg
Bugün Kudüs’te ‘ Yahudi Soykırımında ’ ölenlerin anısına 1953 yılında inşa edilen Yad Vashem anıtının bulunduğu bölgede ‘ Doğruların Caddesi’ adında bir sokak vardır.
Bu sokağın her iki yanında Yahudilerin soykırımından kurtulmasına yardım eden 600 kişinin anısına dikilmiş ve her birinin üzerine de adları yazılı 600 ağaç sıralanmaktadır.
Bu ağaçlardan birisi ise Kofi Annan’ın karısının amcasının ismini taşır. Öğrendiğim bilgilere göre zamanında Raoul Wallerberg, Macaristan’da 30 bin Yahudi’yi toplama kamplarına gitmekten kurtarıp sağladığı İsveç pasaportlarıyla İsrail’e göndermiştir.
Bir mimar olan Raoul Wallenberg, 1936 yılında yeni bir devlet kurma çabası içindeki Yahudilerin giderek çoğalan göçlerle yerleştikleri Hayfa’da bir bankada çalışmıştır.
Burada çeşitli Yahudi gruplarıyla temasa geçen Raoul Wallenberg’in Yahudilerin davasına gönül verdiği ve İkinci Dünya Savaşı sırasında İsveç Hükümeti’nin de desteği ile 30 bin Yahudi’yi kurtarmış olduğu o günlerden bugünlere bir efsane olarak dilden dile nesiller boyu anlatılmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Sovyetler tarafından ajan olduğu gerekçesiyle tutuklanan Raoul Wallenberg’den bir daha bu tutuklamadan sonra haber alınamamıştır.
Sovyetler Raoul Wallenberg’in savaşta öldüğünü söylerken, İsveçliler ise onun hala hayatta olabileceğine inanmaktadır.
Raoul Wallenberg adına kurulan dev insani yardım vakfı özellikle Brezilyalı Yahudiler tarafından finanse edilmekte ve başta Kofi Annan’ın karısı olmak üzere pek çok kişi bu vakfın üye listesinde yer almaktadır.
Bu listede Yahudi kurtarıcılardan biri olarak ödüllendirilen kendisi Sabetayist Yahudi’si olan ve geçtiğimiz yıl ölen 1944 yılındaki Rodos konsolosu Selahattin Ülkümen ve bugün Birleşmiş Milletler Protokol Dairesi’nde çalışmakta olan Mehmet Ülkümen gözüme çarpan Türklerdendir.

Selâhattin Ülkümen
Diğer tanıdık isimler ise eski Kıbrıs Rum Kesimi Yönetimi Cumhurbaşkanı Glaskof Klerides ve geçtiğimiz günlerde ölen eski başkan Tasos Papadopulos’dur.

Tasos Papadopulos
Burada insanın elinde değil ama düşünesi geliyor, herhalde bu isimlerin Kofi Annan’ın karısının Yahudi kahramanı amcasının anısına kurulmuş olan vakfa üye olmaları ne kadar büyük bir tesadüf oluşu acaba gerçekten tesadüf mü? Sorusunu akla getirmiyor değil hani.
Listenin tamamına bakıp şaşırmak isteyenler http://www.raoulwallenberg.net adresine bir bakabilirler.
Bu Raoul Wallenberg adına kurulmuş birde insan hakları derneği bulunmaktadır.
Bu dernek 2001 yılından beri özel bir üniversitede (İstanbul Bilgi Üniversitesi) açtıkları merkezde Türk hakim, savcı ve polislerine insan hakları dersleri vermektedir buda meraklısının bilgi dağarcığında bulunsun isterseniz.
Ancak Kofi Annan’ın hikayesindeki asıl heyecanlı kısım bundan sonra başlıyor.
Kofi Annan’ın karısının da üye olduğu Wallenberg ailesi Avrupa’nın en zengin ve güçlü ailelerinden, öyle ki Wallenberg’ler İsveç ekonomisinin %50’sini kontrol altında tutuyorlar.
Investor AB adındaki dev holdingleri aracılığıyla 9 milyar dolarlık bir fonu kontrol ediyorlar.
Ayrıca Astra Zenece, ABB, Atlas Corpo, Elektrolux, Ericsson, Gambro, OM, Sabb AB, SEB ve WW-Data gibi pek çok şirkette açık hisseleri ve dünyanın pek çok yerinde gizli yatırımları bulunmaktadır.
Kofi Annan’ın karısının da bu milyarlarca dolarlık servetin ortaklarından biri olduğu düşünülürse, Bay Kofi Annan’ın ne kadar şanslı bir adam olduğu sanırım kolayca anlaşılır.
Wallenberg ailesi Türkiye’de Koç Holding ve Transturk Holding ile son derece sıkı fıkı dostlar, Peter Wallenberg ile Rahmi Koç’un Milletlerarası Ticaret Odası’nın başkanlığında halef ve selefler, dolayısıyla kapsamlı bir ticaret ve biraderlik ilişkileri bulunmakta, Süren ailesinin de zenginliklerinin kaynağı olan Transturk Holding’i neredeyse hediye edenlerde Wallenberg ailesinden başkası değil.
Bu Wallenberg ailesinin en büyük özelliği ise kaybetmeyi hiç sevmedikleri için işlerinde hep çift taraflı oynamalarıdır.
Örneğin; İkinci Dünya Savaşı’nda ailenin kahraman evladı Raoul Wallenberg, Macaristan’daki Yahudileri Alman rejiminden kurtarmaya çalışırken, Wallenberg’lerin bankası Enskilda, Almanya’ya savaşı finanse etmesi için büyük çapta borçlar veriyor ve kendi fabrikalarında imal ettikleri ‘ SKF ’ top mermilerini Almanlara satıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ordusunun top mermilerinin büyük çoğunluğunu Wallenberg’ler üretmiştir.
Günümüzde uluslararası pek çok ortamda Wallenberg’ler oldukça etkilidir.
Nitekim 2003 Ocak’ta Davos’ta Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ve sağ kolları Cüneyd Zapsu pek çok kapitalist patrona Seehof Oteli’nde büyük bir yemek ziyafeti vermişlerdi.
Ve Marcus Wallenberg’de bu yemeğin baş konuklarındandı.
Bu yemek sonrası gecenin ilerleyen saatlerinde Victoria Oteli’nde Recep Tayyip Erdoğan uluslararası para spekülatörü George Soros ile gizlice görüşmelerinde yanlarında Marcus Wallenberg’inde olduğunun artık sıradan sokaktaki sade insanlarında bunu bilmesinin bir sakıncası yoktur sanırım.
Değerli okurlarım; Kısaca özetleyecek olursam; Yahudi lobisi ve global kapitalizmin desteğini karısı kanadıyla elde eden mason bir Afrikalı kabile şefinin oğlu, başarısız ama karizmatik diplomat Kofi Annan kendisine yazdırılan plan üstüne yapılacak Kıbrıs görüşmelerinde tarafların anlaşamadığı konularda boşlukları ve yüz binlerce sayfayı kendisinin dolduracak olması ile buradan kelimenin tam anlamıyla KKTC ve Türkiye darağacındaki ipten kıl payı dönmüş olduğunu bugün bendeniz daha iyi anlıyorum.
Bugün düşünüyorum da es kaza KKTC’nin ve Türkiye’nin geleceği Kofi Annan gibi birisinin kalemine teslim edilmiş olsaydı acaba bugün halimiz nice olurdu?
(Harun Gökyiğit, 2008)
Gladyo: Biraderlerin Vurucu Gücü
Tür: DERİN HABER
NATO’nun İtalya’daki biriminin ismi Latince’de ‘kısa kılıç’ anlamına gelen Gladyo olarak nitelenirken, bu isim daha sonra NATO’nun cephe gerisi operasyonlarının genel ismi olarak anıldı. Suikast ve sabotaj düzenleme, kaos çıkarma, düşman ülkelerdeki Komünizm karşıtı ya da ayrılıkçı hareketleri örgütleyerek düşmanı zayıflatma gibi amaçlarla kurulan Gladyo doğrudan Amerikan istihbarat örgütü CIA tarafından finanse edilip eğitildi. İşte Gladyo’nun bilinmeyenleri:
İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’e karşı ittifak kuran Sovyetlerin başını çektiği Doğu Bloku ve kendisini ‘Özgür Dünya’ olarak nitelendiren ve başını ABD’nin çektiği Batı dünyası Yalta’da bir araya geldiğinde çok az kişi aslında bir araya gelenlerin düşmanlar olduğunu düşünüyordu. Savaş sona ermişti ancak teamüller gereği galip devletler ile mağlupların oturup anlaşması yerine, galipler, ABD, SSCB ve İngiltere, bir araya gelerek dünyanın paylaşımını görüştü. İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in de hazır bulunduğu Yalta adasında ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve SSCB lideri Josef Stalin dünyayı paylaşırken, birbirlerinin alanlarına müdahale etmeme üzerine de anlaştı.

Joseph Stalin, Franklin Roosevelt ve Winston Churchill, Potsdam, 1945.
DÜŞMANLAR YENİ BİR SAVAŞ İÇİN ANLAŞTI
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden hemen sonra yapılan Yalta Konferansı’nda dünyanın paylaşılması kararı, bir anlamda yeni bir savaş anlamına geliyordu. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği ve Avrupa’nın neredeyse yerle bir olduğu İkinci Dünya Savaşı Almanya ve müttefiklerinin yenilgisiyle sona ererken, Nazi tehdidinin ortadan kaldırılmasıyla geleceği umut edilen barış yerini bir kez daha 45 yıl sürecek bir ‘savaşa’ bıraktı. Adına Soğuk Savaş denilen ve 1990 yılına kadar süren ‘gerilim siyaseti’, hem Sovyetler’in himayesindeki Doğu Bloku’nu hem de ABD’nin himayesindeki adına ‘Özgür Dünya’ denilen ülkeleri birbirlerine karşı savunmaya itti.
NATO’YA KARŞI VARŞOVA KURULDU
Batı Avrupa ülkeleri Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Fransa ve İngiltere’nin1948 yılında imzaladığı Brüksel Anlaşması ile olası bir Sovyet işgaline karşı ortak hareket etme kararı alırken, böyle bir ortaklığa ABD’nin de dahil edilmesinin Avrupa’yı daha da güçlendireceği görüşü benimsendi. Brüksel Anlaşması’na imza atan ülkeler Amerika’da bir araya gelerek ABD’nin katılımıyla 1949 yılında NATO’yu kurdu. NATO’nun kurulması, Sovyetler’in başını çektiği Doğu Bloku ülkelerini de harekete geçirdi ve Batı Almanya’nın NATO’ya katılmasını fırsat bilen Doğu Bloku, Polonya’nın başkenti Varşova’da bir araya gelerek 1955′te Varşov Paktı’nı (Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşması) kurdu.
NATO’NUN CEHPE GERİSİNDEKİ GÜÇLERİ
Savaş (İkinci Dünya Savaşı) sonrası ortaya çıkan ‘her an savaş olabilir’ durumunun teyakkuze geçirdiği taraflar tam 45 yıl boyunca perde arkasında büyük bir mücadele yürüttü. Batı Avrupa’da Komünist ve diğer sol partilerin güçlenmesi, Sovyet tehdidi olarak algılanırken NATO bu tehdidi bertaraf etmek için kendi bünyesinde her ülkede özel birimler oluşturdu. Sovyet işgaline karşı cehpe gerisinde bir direniş başlatmak amacıyla ABD ve İngiltere tarafından kurulan adına ‘Stay-Behind’ denilen kontrgerilla yapılanması NATO’ya üye ülkelerin hepsinde farklı isimler altında yeniden organize edildi.
SUİKAST, KAOS ÇIKARMA, CEHPE GERİSİNİ ÖRGÜTLEME
Örgütün İtalya’daki biriminin ismi Latince’de ‘çift başlı kılıç’ anlamına gelen Gladyo olarak nitelenirken, bu isim daha sonra NATO’nun cephe gerisi operasyonlarının genel ismi olarak anıldı. Suikast ve sabotaj düzenleme, kaos çıkarma, düşman ülkelerdeki Komünizm karşıtı ya da ayrılıkçı hareketleri örgütleyerek düşmanı zayıflatma gibi amaçlarla kurulan Gladyo doğrudan Amerikan istihbarat örgütü CIA tarafından finanse edilip eğitildi.
GRAMSCİLERİN MUSSOLİNİ’DEN İNTİKAMI
Tüm NATO ülkelerinde başta içerideki düşmana yakınlık gösterebilecek unsurları (Komünist partiler ve sol dernekler) kontrol eden ve NATO bünyesinde CIA tarafından yönetilen bu örgütlerin en çok konuşulanı İtalya’daki Gladyo örgütü. İkinci Dünya Savaşı öncesind Duçe lakaplı Benito Mussolini, İtalya’da aralarında Antonio Gramsci’nin de bulunduğu Komünist Parti yöneticileri ve üyelerini sert bir şekilde bastırırken, Komünistler bu sefer savaş sırasında kaçan Mussolini’yi idam ederek intikamlarını almıştı. Sol-sağ ayrışmasının en keskin olarak görüldüğüülkelerden biri olan İtalya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılan Fazişm’den sonra güçlenen Komünist partiler, ABD tarafından SSCB’nin İtalya’daki uzantıları olarak değerlendirildi. İtalya’da kurulan Gladyo, bu sebeple sadece olası Sovyet işgaline karşı cephe gerisindeki faaliyetlerinin dışında, içerideki ‘düşmanın’ güçlenmesini önlemek için iç politikada büyük bir rol oynadı.
‘28 ŞUBAT STRATEJİSİ’ OLUŞTURULDU
İlk defa 1953 yılında İtalyan Savunma Bakanlığı bünyesinde oluşturulan NATO’ya bağlı Gladyo, 1970′lı yıllarda Komünistlerin yükselen desteğiyle İtalyan siyasetine yön vermek amacıyla Türkiye’deki 28 Şubat ve 2007 Temmuz seçimleri öncesi üretilen “Gerilim Stratejisi” planı benzeri planlar devreye sokuldu. 1920′li yıllarda Mussolini’nin 1937 yılında ölene kadar hapiste tuttuğu Komünist Parti lideri Antonio Gramsci’nin “Hegemonya” kavramıyla ortaya koyduğu toplum mühendisliği çalışmaları ekonomiden, siyasete, sivil toplum örgütlerine kadar tüm kurumlar üzerinde Gladyo eliyle gerçekleştirildi.
BAŞBAKAN, GLADYO’NUN VARLIĞINI KABUL ETTİ
İtalya’da 1970′li yıllarda meydana gelen bombalama olayları, Başbakan Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar isimli sol bir örgüt tarafından kaçırılıp öldürülmesi olayı (1978), Bologna tren istasyonundaki bombalama olayı (1980) hep Gladyo ile irtibatlandırıldı. İtalya’da siyaset-mafya ve faili meçhul cinayetleri araştıran Yargıç Felice Casson’un Roma’daki askeri istihbarat arşivinde elde ettiği belgelerde varlığı resmileştirilen Gladyo, 24 Ekim 1990 yılında dönemin Başbakanı Giulio Adreotti tarafından da kabul edildi. 7 defa İtalyan Başbakanlığı yaparak bu alandaki rekoru Süleyman Demirel ile paylaşan Andreotti, parlamentoda yaptığı açıklamada İtalya’nın NATO’nun cehpe gerisindeki ‘Stay Behind’ ordusuna sahip tek ülke olmadığını itiraf etti. Andreotti aynı zamanda İtalya’da hükümet olan herkesin Gladyo’nun varlığı konusunda bilgilendirildiğini de söyledi.
OLAĞANÜSTÜ HAL İLAN ETMEK İÇİN BOMBALI SALDIRI DÜZENLEDİLER
Andreotti’nin açıklamalarıyla ilk defa devlet tarafından varlığı kabul edilen Gladyo, İtalya’da 1990′lara kadar işlenen birçok siyasi cinayet ve bombalama olayıyla irtibatlandırıldı. Gladyo’nun İtalya’da Soğuk Savaş dönemi boyunca izlediği “Gerilim Stratejisi” ilk defa 1964′te “Operation Solo” ismi verilen sessiz bir darbeyle General Giovanni de Lorenzo Sosyalist bakanların hükümetten ayrılmak zorunda bırakmasıyla uygulamaya konuldu. 1969 yılında Milan’ın Piazza Fontana bölgesindeki Milli Tarım Bankası’na yönelik faşist grupların gerçekletirdiği bombalama eyleminin CIA destekli bir Gladyo operasyonu olduğu belirlendi. Bombalama olayında 17 kişi hayatını kaybederken, 88 kişi yaralanmıştı. Bombalama olayından çok daha sonra itiraflarda bulunan dönemin Avanguardia Nazionale isimli neo-faşist hareketin üyelerinden Vincenzo Vinciguerra, bombalamanın amacının siyasi ve askeri otoriteyi olağanüstü hal ilan etmeye zorlamak amaçlı olduğunu söyleyecekti.
P2 MASON LOCASI DEVREYE GİRİYOR
Piazza Fontana olayından bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı’nda İtalyan ordusunda komutanlık yapmış olan ve Mussolini taraftarlarınca ‘kahraman’ olarak görülen Junio Velrio Borghese başarısız bir darbe girişiminde bulundu. Darbenin başarısız olmasından sonra Borghese İspanya’ya kaçarken, olayla ilgili olarak tanıkların ifadelerinde Borghese’nin darbe planı için P2 Mason Locası lideri Licio Gelli ve Sicilya mafyası ile işbirliği yaptığı öne sürüldü. 1972 yılında Peteano köyü yakınlarındaki bir bombalama olayında 3 polis hayatını kaybetti ve bu olayı olayda kullanılan patlayıcılar dikkate alındığında Kızıl Tugaylar isimli örgütün yaptığı açıklandı. Ancak olayı araştıran Savcı Felice Casson 1984′te bombalama olayından sonra polisin olayın üzerini örttüğünü ve Kızıl Tugaylar’ın kullandığı patlayıcılar kulllandığına dair açıklamaların gerçek dışı olduğunu ortaya çıkardı.
İSTİHBARAT SERVİSİ YARDIM ETTİ
Olayı gerçekleştiren Komünizm karşıtı faşist bir örgütlenme olan Avanguardia Nazionale’nin üyesi Vincenzo Vinciguerra tarafından gerçekleştirildiği ve olaydan hemen sonra Vinciguerra’nın İspanya’ya kaçmasında İtalyan gizli servisinin yardım ettiği belirlendi. 1984′teki duruşmasında Vinciguerra, Peteano katliamının nasıl gerçekleştirildiğini ve olayın devletin içindeki Gladyo yapılanmasının nasıl organize ettiğini detaylarıyla anlattı.
P2 MASON LOCASI ÜYESİ TUTUKLANDI
“Gerilim Stratejisi”nin en yoğun yaşandığı İtalya’da Peteano saldırısından iki yıl sonra gerçekleştirilen katliamda Gladyo’nun P2 locası ayağını deşifre etti. 1974′te Italicus Express treninde 12 kişinin öldüğü bombalama olayı ile Brescia kentinde gerçekleştirilen ve 8 kişinin öldüğü Piazza della Loggia bombalama olayları, askeri istihbarat lideri ve P2 Mason locası üyesi Vito Miceli’nin tutuklanmasına sebep oldu. Miceli, devlete karşı komplo kurma suçlamasıyla tutuklandı.
BAŞBAKAN ALDO MORO’NUN ÖLDÜRÜLMESİ
Bombalama olayları ve suikastlerle çalkalanan İtalya belki de en dramatik olaylarından birini 1978 yılında yaşadı. 1976 yılı seçimlerinde yüzde 34 oranında oy alarak büyük başarı elde eden İtalyan Komünist Partisi ile adına ‘Tarihi Uzlaşma’ adı verilen uzlaşmayı sağlayan Hıristiyan Demokrasi Partisi lideri Başbakan Aldo Moro, 16 Mart 1978 yılında Kızıl Tugaylar örgütü tarafından kaçırıldı. Kaçırıldıktan sonra süren görüşmelerde serbest bırakılacağı düşünülen Moro, Mayıs 1978′de öldürüldü ve cesedi bir arabanın bagajında partisinin Roma’daki merkezi yakınlarında bulundu.


Aldo Moro
GLADYONUN BAŞINDA BİR MASON
İtalyan askeri istihbaratı, Moro’nun öldürülmemesi karşılığında 16 arkadaşlarının serbest bırakılmasını isteyen Kızıl Tugaylar’ı dinlemedi ve aksine örgüte yönelik baskınlar düzenledi. Moro’nun öldürülmesinden sonra P2 Mason Locası’nın üyesi olan İtalyan gizli servisinin lideri ihmalkarlıkla suçlandı. Moro’nun öldürülmesiyle ilgili araştırma yapan Gazeteci Mino Pecorelli, Aldo Moro’nun kaçırılmasının devlet için gizli örgütün izin verdiğini söyledi.
BAĞLANTILARI ORTAYA ÇIKARAN GAZETECİ ÖLDÜRÜLDÜ
Moro’nun kaçırılıp öldürülmesi ile Gladyo arasında bağlantılar ortaya çıkaran Gazeteci Pecorelli de bir yıl sonra öldürüldü. Dönemin Başbakanı Giulio Andreotti’nin emriyle öldürüldüğü iddia edilen Pecorelli ismi P2 Mason Locası’nın eski liderlerinden Licio Gelli’nin listesinde bulundu. Pecorelli suikastinin emrini verdiği gerekçesiyle 2002 yılında 20 yıl hapse mahkum edilen eski Başbakan Giulio Andreotti’nin cezası yüksek mahkeme tarafından temyiz edildi ve Andreotti hapis yatmaktan kurtuldu.

Mino Pecorelli
BOLOGNA TREN İSTASYONU KATLİAMI VE P2 LİDERİNİN TUTUKLANMASI
İtalya, Aldo Moro’nun öldürülmesinin şokunu yaşarken iki yol sonra bu sefer Bologna tren istasyonuna konulan bombanın infilak etmesi sonucu 85 kişi hayatını kaybetti. Parlamentoda terör üzerine kurulan komisyonu, yaptığı araştırmada kanlı olayın Gladyo’ya uzandığı sonucunu ortaya koydu. 1995 yılında Nuclei Armati Revoluzionari isimli neo-faşist bir örgütün üyeleri Valerio Fioravanti ve Francesca Mambro ömür boyu hapse mahkum edildi. Olayla ilgili olarak P2 Mason Locası’nın lideri Lici Gelli de soruşturmayı başka tarafa yönlendirdiği gerekçesiyle hapis cezası aldı.

Bologna Patlaması, 1980
MORO’NUN MEKTUPLARINI BULAN GENERAL ÖLDÜRÜLDÜ
Aldo Moro suikasti ve Bologna bombalamalarıyla çalkalan İtalya 1982 yılında da Aldo Moro’nun Gladyo’ya ilişkin mektuplarını bulan ve 1979′da öldürülen Gazeteci Mino Pecorelli’nin öldürüleceği iddiasında bulunduğu General Alberto Dalla Chiesa da bir suikaste kurban gitti. 1990 yılında dönemin Başbakanı Giulio Andreotti’nin varlığını kabul ettiği ve NATO üyesi tüm ülkelerde benzeri yapılanmaların olduğunu itiraf ettiği Gladyo, diğer ülkelerde farklı isimler adı altında örgütlendi.

General Alberto Dalla Chiesa Suikastı
DİĞER AVRUPA ÜLKELERİNDEKİ GLADYO TİPİ YAPILANMALAR
Gladyo’nun İtalya’da deşifre olmasıyla birlikte diğer Avrupa ülkelerindeki benzeri yapılanmalar da hükümetler eliyle sessiz bir şekilde dağıtıldı. Belçika’da askeri istihbarat servisi SGR, Yunanistan’ta Operation Sheepskin, Fransa’da Rainbow (Plan Pleu olarak başlamıştı), Danimarka’da Absalon isimleriyle örgütlenen NATO’nun cephe gerisi yapılanmaları İngiltere, Almanya, İspanya, Portekiz, Avusturya, Norveç’te istiharat örgütleri bünyesinde çalıştı. NATO’nun Türkiye’deki Gladyo benzeri örgütlenmesinin Özel Harp İdaresi olduğu iddia edilirken, örgütün kod isminin Ergenekon olduğu belirtiliyor.
AVRUPA PARLAMENTOSUNUN GLADYO KARARI
İtalya ve diğer Avrupa ülkelerinde deşifre olan Gladyo 22 Kasım 1990 yılında Avrupa Parlamentosu’nda alınan bir kararla kınandı ve tam bir soruşturma yapılması istendi. Kararda, 40 yıl boyunca mevcut istihbarat örgütlerine paralel olarak Avrupa Topluluğu üyesi ülkelerde gizli örgütlenmelerin olduğu ve bu örgütlerin demokratik kontrolden kaçtığı belirtilerek, bu örgütlerin ABD ve NATO tarafından kontrol edildiği kaydedildi. Tüm üye ülkelerdeki bu illegal yapılanmaların ortadan kaldırılması çağrısı yapılan kararda, NATO, ABD ve Avrupa Topluluğu üyesi ülkeler nezdinde soruşturma yapılması çağrısı yapıldı. Avrupa Parlamentosu’nun 19 yıl önce almış olduğu bu karar tam olarak yerine getirilmiş değil.
GLADYO VE MASON LOCASI İLİŞKİSİ
İtalya’daki Gladyo itiraflarından sonra diğer Avrupa ülkelerindeki benzeri örgütlerin varlığı kabul edildi ve bu örgütler Sovyetler’in yıkılmasından sonra sessiz bir şekilde dağıtıldı. Gladyo üzerine birçok kitap yazmış ve araştırma yapmış olan İngiliz Gazeteci Philip Willan’a göre 1990′lardan sonra Gladyo’nun ortadan kalktı. P2 Mason Locası ve Gladyo arasındaki ilişkiyi sorduğumuz ünlü Gazeteci Willan, her iki örgütün de gizli olduğunu ve Gladyo’nun başındaki asker ve istihbarat yöneticilerinin Mason olduğunu ifade ediyor.
MASON LOCASININ EN ETKİLİ GAZETEYİ KONTROLÜ
Gladyo’nun gün ışığına çıkarılması konusunda medyanın İtalya’da önemli bir rol oynadığına işaret eden Willan, aynı şekilde Gladyo’nun gün yüzüne çıkarılmaması için de başka medya gruplarının çalışmasına dikkat çekiyor: “Medya, birkaç dürüst ve zeki savcıyla birlikte İtalya’daki Soğuk Savaş döneminin komplolarını gün ışığına çıkarma konusunda önemli bir rol oynadı. La Unita, Paese Sera, La Republica ve L’Espresso gibi gazete ve dergiler, işlenen birçok suçun kamuoyunun gündemine taşınmasında önemli rol oynadı. Aynı şekilde medyanın bu konudaki önemi P2 Mason locası tarafından da kavrandı ve loca İtalya’nın en etkili gazetesi olan Corriera della Sera’nın kontrolünü ele aldılar. Medyada kendilerine yakın bir gazeteciler ağı kurdular. P2 Locası’nın medya ve yargı üzerindeki kontrolü nedeniyle gerçeklerin ortaya çıkmasını geciktirdi ve bu yüzden hala tam olarak ne olduğu konusunu tam olarak bilmiyoruz” dedi.
GLADYO VE P2 MASON LOCASI: GÖRÜNMEZ BİRER ORDU
P2 Mason Locası ile Gladyo arasındaki ilişkiye dair olarak Willan, her ikisinin gizli bir yapılanmaya sahip olduğunu ve bu ikisi arasındaki ilişkinin tam olarak açığa çıkarılmadığını kaydediyor: “Her iki organizasyon da Komünizm karşıtıydı. P2 Locası’nın Gladyo üzerinde büyük etkisi olduğu büyük bir ihtimal. Çünkü, askeri ve istihbarat örgütünün yöneticileri locanın üyesiydiler. P2 Locası’nın başındaki eski isim Licio Gelli ile röportaj yaptığımda bana, ‘Her ikisi de görülmez birer ordu’ demişti. Yine aynı şekilde Gladyo’da görevli bulunanlardan bazılarının Benito Mussolini’nin destekçileri ve İspanya İç Savaşı’nda General Franco için gönüllü savaşmış kimseler olduğunu söylemişti.”
(Mehmet Nedim Aslan, www.habervaktim.com, 11-2009)
Kurtlar Vadisi Gladio. Özal, nasıl öldürüldü?
Tür: DERİN HABER
Filmi izledikten sonra, ağzımdan çıkan ilk söz; Bu film çok konuşulur, çok tartışılır oldu. Gerçekten de, bu film çok tartışılır. Verdiği mesajlarla çok tartışılır, 1993’ten bu yana yaşadığımız olaylara tuttuğu ışık dolayısıyla çok tartışılır. Müzik kalitesiyle konuşulur, görüntüleriyle konuşulur, tiplemeleriyle konuşulur. Ve elbette, İskender Büyük rolünü oynayan Musa Uzunlar’ın performansı ile konuşulur. Hasılı kelâm bu film; hem çok konuşulur, hem de çok tartışılır!
Efendim, Türkiye’nin yakın tarihine ışık tutacak önemli olayları konu edinen Kurtlar Vadisi Gladio filminin galası önceki akşam, Sütlüce’deki Haliç Kongre Merkezi’nde yapıldı.
Yönetmenliğini Sadullah Şentürk’ün yaptığı, senaryosunu Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener ve Cüneyt Aysan’ın yazdığı, başrolünü Musa Uzunlar’ın oynadığı filmin galasına biz de davetliydik. Filmi; Haber Müdürümüz Nazif Karaman’la birlikte izledik.
Hemen sağımdaki koltukta ise, Kurtlar Vadisi Pusuda, Psikopat Cevat’ın adamı olarak bilinen ve yakmak lâzım ağam replikleriyle öne çıkan Yılmaz yani Bekir Aslantaş vardı.
Kendisiyle, uzun süre sohbet imkânımız oldu.
ÖMER LÜTFİ METE’YE VEFA
Filmin konusuna geçmeden önce, Pana Film yöneticilerini kutlamak istiyorum. Filmin gösterileceği gün vefat eden Ömer Lütfi Mete’yi anıp, rahmet dilediler.
Çünkü, merhum Ömer Lütfi Mete; vefat edene kadar senarist ve danışman olarak Kurtlar Vadisine epey katkıda bulunmuştu. Pana Film de; galada, onu unutmadı ve henüz film başlamadan önce sahneye çıkan Raci Şaşmaz, yaptığı kısa konuşmada; Ömer Lütfi Mete’nin kitapları ve öğütleriyle vatanın nasıl sevileceğini öğrendiklerini ifade ederek dedi ki;

Ömer Lütfi Mete, bu gala gecesinde bizi bırakarat gitti. Gitmek için de özel bir gün seçti. Onun burada olup, bu filmi izlemesini çok isterdim.
Ama inanıyorum ki, o zaten şu an aramızda ve bu filmi kendisine ithaf ediyorum.
Sadece bu da değil;
Öğrendim ki;
Ömer Lütfi Mete’nin dünkü cenaze törenine Polat, yani Necati Şaşmaz başta olmak üzere Pana Film yöneticileri de katılmış ve hatta tabutunu omuzlamışlar ki, bu vefa duygusu çok hoşuma gitti.
ÖZAL ÖLMEDİ, ÖLDÜRÜLDÜ!

Bunu da böylece ifade ettikten sonra, artık filmin konusuna geçebiliriz. Sinemalarda bugün gösterime girecek filmin konusu, özetle şöyle:
Bir derin devlet ajanının, yıllar boyu hizmet ettiği Gladio ile hesaplaşma öyküsü.
İskender Büyük, derin devlet adına sayısız eylemde bulunmuş emekli bir istihbaratçıdır.
Karanlık geçmişi nedeniyle sanık sandalyesine oturtulduğunda; yanında baronun gönderdiği genç ve tecrübesiz avukat Ayşe’den başka kimse yoktur.
Yargılanmasına göz yumanlarla hesaplaşmaya karar veren İskender Büyük, tüm bildiklerini bir bir anlatmaya başlar.
İskender’in karanlık geçmişinin sayfaları arasında ülkeyi yerinden sallayacak gerçekler gizlidir.
Bu şok gerçeklerin işaret ettiği tek adres ise ‘Gladio’dur.
Anlattıklarıyla Gladio’nun ikinci adamı Fuat Aras’ı saklandığı yerden çıkarmaya karar verir.
Ancak bu yolun sonunda İskender Büyük’ü hiç tahmin etmediği başka bir sürpriz beklemektedir.
Yine bir oyunun parçası olmuştur.
Üstelik bu defa oturtulduğu yer, konuşma şansının olduğu bir sanık sandalyesi dahi değildir.
Glaido yapılanması ve Türkiye’de 1993’ten bu yana yaşanan olaylara Glaido’nun etkisinin anlatıldığı filmde merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümü ve Glaido’nun entrikaları anlatılıyor.
Filmde Özal’ın ölmediği, öldürüldüğü; İskender Büyük tarafından mahkemede itiraf ediliyor.
Görev, Glaido’nun Türkiye’deki 2 numarası tarafından veriliyor. Özal’ın zehirlenmesi için zehirli portakallar, kasalarla Köşk’e sokuluyor.
Özal, koşu bandındayken içtiği portakal suyundan dolayı yere düşerek hayatını kaybediyor.
Bu arada, zehirlenen bir adamın, ambulansa konularak hastane hastane dolaştırılması da ayrıntılarıyla veriliyor!
O sahneleri izledikten sonra;
Özal’ın ölmediğini tam aksine öldürüldüğünü görüyorsunuz!
Tabiî, bu bir senaryo!
Ama, gerçeğe çok yakın bir senaryo!
TAZIYA TUT, TAVŞANA KAÇ TAKTİĞİ!
Filmde, PKK ve terörist başı Abdullah Öcalan’ın, Gladio ile ilişkileri de anlatılıyor.
Gladio’nun 2 numarası olan Fuat Aras, bir yandan İskender ve arkadaşlarına Apo’ya suikast talimatı verirken, bir yandan da Apo’ya telefon açıyor: Orayı hemen terk et!
Yani; tazıya tut, tavşana kaç taktiği!
Apo, suikasttan, o telefon sayesinde kurtuluyor! İskender’in arkadaşları ölüyor, İskender ise, kendilerine kurulan tuzaktan canını zor kurtarıyor!
Zaten, Gladio ile hesaplaşma da bunun üzerine başlıyor! O güne kadar vatan için savaştığını zanneden İskender, o günden sonra Gladio’nun elinde bir oyuncak olduğunu anlıyor! Ama yine de, Özal’ın öldürülmesi konusunda verilen talimatı yerine getiriyor!
Çünkü, Gladio’nun iddiasına göre; Özal, Kerkük ve Musul’a girecek, bunun karşılığında Kürtlere federasyon verecektir!
Bu ise, Gladio’nun işine gelmemektedir.
Çünkü Gladio; Uyuşturucu ve petrol kaçakçılığından çok büyük paralar kazanmakta, bu paralar da 2 Numara’nın kasasına akmaktadır.
O halde, Özal öldürülmelidir!
Hem de, vatanseverler eliyle!
Evet, vatan ve millet için savaştıklarını sanan tetikçiler eliyle!
Tabiî, o tetikçilerden bazıları da öldürülmelidir! Tıpkı, Cem Ersever’in öldürülmesi gibi!
Çünkü, Cem Ersever de bir derin devlet ajanı olmakla birlikte, sonunda vatan için değil, Gladio için savaştığını, onlar tarafından kullanıldığını, dahası uyuşturucu ve petrol kaçakçılığından elde edilen paralarının Gladio’ya aktığını tesbit etmiştir!
O halde, ortadan kaldırılmalıdır!
Cem Ersever’in öldürülmesi, tarihe faili meçhul cinayet olarak geçse de, film diyor ki, faili malûm!

Öldürülen JİTEM Kurucusu Binbaşı Cem Ersever
GLADİO, AHTAPOT GİBİ. HER YERDE!
Filmde, dikkatimi çeken 2 mesaj vardı:
Gladio bir ahtapot gibi, her yerdedir!
Karada vardırlar, Havada vardırlar, Denizde vardırlar!
O kadar her yerdedirler ki;
4 yıldızlı general olarak karşınıza çıkabilirler.
Ya da; bir avukat, işadamı, gazeteci veya yargı mensubu olarak!
Her yerdeler ve herkesi kullanıyorlar!
Filmi izlerken, gazetelere yansıyan manşetler geldi gözlerimin önüne!
Hani, cunta plânlarında, kamuoyu oluşturma ve kamuoyunu yönlendirme taktikleri vardı ya!
Hani, seçilmiş yayın organlarında yayınlatılması plânlanan haberler vardı ya!
Hani; haber ve yazılarda;
- Türban takmaya zorlanan bir genç kızın Güzin Abla’ya yazması.
- Cemaatten yardım amacıyla toplanan paralarla tarikat şeyhinin lüks hayat yaşaması.
- Türkiye dinci bir toplum haline geliyor, Arap ülkelerine daha fazla benzemeye başladı.
- Öğretmenlere göre eğitim hızla dinselleşiyor.
Dedirtilecekti ve gazeteler de, bunları aynen dikte edildiği gibi haber yapıp, yazılar yazmışlardı ya; işte onlar geldi gözlerimin önüne!
O an, kendi kendime dedim ki;
Gladio, gerçekten her yerde!
PKK ile ilişki kuran onlar, Öcalan’ı kurtaran onlar, uyuşturucu ve petrol kaçakçılığını yöneten onlar, birçok kişiyi kullanan onlar ve tekerlerine çomak sokanları ortadan kaldıran onlar!
Bir ahtapot gibiler!
Kolları her yerde!
Türkiye’deki koruma-kollama iddialı tüm darbeler ve 28 Şubat Süreci, onların eseridir!
ABD’den icazet almışlar ve darbe yapmışlardır!
Gladio’nun 2 numarası, Fuat Aras adlı bir profesördür de, 1 Numara kimdir, bilinmiyor!
İskender Büyük öyle diyor ya;
Adı John mudur, George mudur?
Bir Numara’nın kim olduğunu ne bileyim ben?
TÜRKİYE’NİN BAŞI BELÂDAN KURTULMAMALI
Filmde, bir mesaj daha vardı:
Türkiye’nin başına dünya kadar belâ sarılmalı ki; Türkiye, dünyanın başına belâ olmasın!
Peki, bu belâları kim saracak?
Elbette Gladio!
Gövdesi ve kolları Türkiye’nin her yerinde olan ama başı dışarıda olan Gladio!
İyi de, nasıl temizlenecek bu Gladio!
İskender, ihbar ve itiraflarıyla, bir yol açtı! Darbeci Baro ve avukatları engellemek istese de, duyarlı hakim ve savcılar konuya el attı!
Yani, dosya açık, dâvâ sürüyor!
Filmin sonunu görmek için,
Galiba ETÖ Dâvâsının sonunu bekleyeceğiz!
Çekimleri İstanbul ve Antalya’da gerçekleştirilen Kurtlar Vadisi Gladio filminin The Endini öğrenmek için, galiba, gözlerimizi Silivride devam eden mahkemeye çevirmemiz gerekecek!
Ben, filmi böyle okudum.
Bakalım, sizler nasıl okuyacaksınız!
(Hasan Karakaya, Vakit, 2009-11-20)

Tür: DERİN HABER
Pepe Escobar 11 Eylül’le ilgili görmezden gelinen 50 soruyu sordu
11 Eylül olaylarının üzerinden sekiz yıl geçti. George W. Bush yönetimi bitti gitti. “Küresel terörle savaş” ise Barack Obama tarafından ” overseas contingency operations” (muhtemel acil durum harekâtları) olarak yeniden adlandırıldı. Obama’nın yeni stratejisi – savaşı tırmandırma stratejisi – Afpak’ta sahnede. Usame bin Ladin ölmüş de olabilir yaşıyor da olabilir. El Kaide, içerisinde her şeyi barındıran bir teşekkül. 11 Eylül – neocon’ların yeni Pearl Harbor’ı – 21.yy başındaki en karanlık yap-boz oyunu olma özelliğini muhafaza ediyor.
Amerikan kurumsal medyasının ve yönetici seçkinlerin siyasi tetikçilerinin 11 Eylül saldırılarıyla ilgili gerçek bir soruşturma yapılması çağrısını beklemek nâfile. Örtbas etmek kaide haline gelmiş. Ancak “Büyük Satranç Tahtası’nın” müellifi, eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Brzezinski bile “terörle savaşın efsânevi bir tarihi anlatı” olduğunu Amerikan Kongresi’nda kabul etti.
Aşağıdaki sorular – 11 Eylül Komisyonu tarafından büsbütün görmezden gelinmiştir – 11 Eylül buzdağının sadece tepesidir. Şapka çıkarılacak çalışmayı yapanlar: 911Truth.org, whatreallyhappened.com, ae9/11 truth, İtalyan belgeseli Zero ve Asia Times Online okuyucu e-postaları.
Bu soruların hiçbirisi, resmi anlatıyla ikna edici bir şekilde cevaplanmış değil. Baskıyı sürdürüp sürdürmemek, Amerikan sivil toplumuna kalmış bir iş. Olaydan sekiz yıl sonra varılacak en temel hüküm şu: 11 Eylül hakkındaki resmi anlatı basitçe kabul edilemezdir.
ELLİ SORU
1) FBI, 11 Eylül sorumlusu olarak (ölü ya da diri) Usame bin ladin hakkında niçin resmen dava açmıyor? Bunun nedeni, bizzat FBI’nın da kabul ettiği üzere, ABD yönetiminin inandırıcı tek bir delil bile üretemeyişi midir?

Usame Bin Ladin
2) Falçatayla silahlandığı iddia edilen 19 müslüman, olay yeri incelemesi yapılmaksızın, 72 saatten daha az bir süre içerisinde nasıl teşhis edildi?
3) United Airlines ve American Airlines’ın aynı gün yayınladığı yolcu listesinde bu 19 isimden hiçbiri niçin yoktu?
4) FBI’nın yayınladığı “orjinal” listedeki sekiz ismin canlı ve farklı ülkelerde yaşıyor olmaları nasıl söz konusu olabilir?
5) Dindar cihatçı Muhammed Atta intihar saldırısı için yola düşmüşken çantasında niçin bir uçuş elkitabı, bir üniforma ve son arzusu vardı?

Muhammed Atta
6) Muhammed Atta, en az altı donanma eğitim üssünün bulunduğu Opa Locka’daki uçuş simülasyonunda niçin eğitim aldı?
7) Tek bir karakutu bile bulunamazken, Muhammed Atta’nın pasaportu mûcizevi bir şekilde Dünya Ticaret Merkezi enkazında nasıl bulunabilir?
8- Dört uçuşun ortalıktan yok olan, imha edilemez sekiz karakutusu kimin elinde?
9) Amerika’da muhtemel bir terörist saldırı olabileceğine dair uluslararası kırmızı alarm verildiğini göz önüne alınca – buna eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın 6 Ağustos 2001 tarihli iç yazışması da dâhildir – uçuş güzergâhlarından sapan ve radardan kaybolan kaçırılmış dört uçağın Amerikan hava sahasında bir buçuk saatte fazla uçmasına nasıl izin verildi? İşin cabası, bu süreç zarfında Pentagon’un mükellef savunma sistemleri devre dışıydı.
10) Amerikan Hava Kuvvetleri komutanı James Joche, Dünya Ticaret Merkezi’ne (New Jersey’deki McGuire hava üssüne sadece 7 dk uzaklıkta) ve Pentagon’a (aynı üsse 10 dk uzaklıkta) çarpan iki uçağı neden engellemeye çalışmadı? Roche’un Pentagon’a çarpan uçağa cevap vermek için en az 75 dakikası vardı.
11) George W. Bush Florida’daki okulda “My Pet Goat” adlı çocuk hikayesini okumayı niçin sürdürdü ve güvenliği için gizli servis tarafından niçin saklanmadı?

12) Bush, dediği üzere, DTM’ne çarpan ilk uçağı canlı olarak nasıl görmüş olabilir? Önceden bir bilgisi mi vardı yoksa medyum mu?
13) Bush, kendisinin ve Andrew Card’ın, DTM’ne çarpan ilk uçağı gördüklerinde bunun küçük uçakla yapılan bir kaza olduğunu düşündüklerini söyledi. FAA ve NORAD kaçırılmış bir uçak olduğunu zaten bilirlerken bu nasıl mümkün olabilir?
14) Dört farklı uçaktaki transponder’lar (alıcı-verici cihazlar) nasıl olur da aynı anda, ulusun merkezi Washington’a çok yakın aynı coğrafi bölgede kapalı olur ve hiç kimse Pentagon’la temas kurmaya çalışmaz?
15) Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Andrew hava üssünde savaş uçağı bulunmadığına dair gelen ilk haberleri ve sonra uçak vardı ama yüksek alarm düzeyinde değildi şeklinde ikinci haberleri açıklayabilir mi?
16) Washington’daki DC Ulusal Hava Muhafızları 11 Eylül’de niçin görevi başında değildi?
17) New Jersey’deki McGuire hava üssündeki 305′nci intikal kolu 7 dk içinde müdahale edebileceği halde DTM’ye çarpan ikinci uçağı niçin durdurmadı?
18- Andrew hava üssündeki 459′ncu filoya ait herhangi bir savaş uçağı sadece 16 kilometre ötede Pentagon’a çarpan uçağı niçin durdurmadı? Pentagon, çarpma anına ait görüntüleri tam olarak niçin yayınlamıyor?

Kaza Sonrası Pentagon
19) Tecrübeli pek çok pilot – Amerikan müttefiki Mısır’ın eski bir jet pilotu olan Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek dâhil – kaçırılan uçaklarla böylesine karmaşık manevraları ancak as pilotların yapabileceğini söylerken bazılar da bunun yalnızca uzaktan kontrolle olabileceğinde ısrar ediyorlar. Uçağı kaçıranların bu göreve uygun olduklarına inanılabilir mi?

20) Hatırı sayılır derecede pek çok şahit, DTM’nin her iki kulesinde de birden fazla patlama gördüklerine ve patlama sesi duyduklarına dair yemin ediyorlar.
21) Hatırı sayılır derecede saygın mimar ve mühendis, resmi anlatının yazılı tarihteki en büyük bina çöküşünü (ikiz kulelerin çöküşünü) ve bir uçağın bile çarpmadığı DTM’nin 7 no’lu binasının çöküşünü açıklamadığında nasıl olurda ısrarlı olurlar?

22) DTM inşaat müdürü Frank de Martin’e göre “binayı birden fazla jet uçağına direnecek şekilde inşa ettik.” İkinci uçak, birinci kuleyi neredeyse ıskalıyordu; yakıtın büyük bir kısmı kulenin dışındaki bir patlamada yandı. Ancak ilk çöken bu kule oldu ki ikinci kulede delik olmasına rağmen. Jet yakıtı hızla yandı ve bir Boeing 707 çarpsa bile kulenin çökmesini engellemek için özel olarak tasarlanmış kulenin merkezindeki altı adet çelik borunun erimesi için gereken 2.000 derecelik sıcaklığa ulaşamadı. Bir Boeing 707, kuleye çarpan Boeing 757 ve 767′den daha fazla yakıt taşımaktadır halbuki.
23) Vali Rudolph Giuliani, DTM enkazını geri dönüşüm amacıyla Çin ve Hindistana gönderilmesini hemen alelacele niçin kararlaştırdı?
24) Pensilvanya’da düşen uçağın kaza alanından 13 km ötede niçin metal parçaları bulundu? Uçak aslında Dick Cheney’in emriyle düşürüldü mü?
25) Boru hattı meselesi. Büyükelçi Wendy Chamberlain 10 Ekim 2001 tarihinde Pakistan petrol bakanıyla telefonda ne görüştü? Ona, 1990′larda yapılması planlanan fakat Taliban’ın geçiş ücreti talep etmesi yüzünden geri durulan Unocal’ın TAP (Türkmenistan-Afganistan-Pakistan) doğalgaz boru hattının şimdi tekrar gündemde olduğunu mu anlattı? (aradan iki ay sonra, üç ülke lideri boru hattı anlaşmasını imzaladılar).
26) Eski Unocal lobicisi ve G.W. Bush’un gözdesi Afgan Zalmay Halilzad Afganistan’da ne işler çeviriyor?
27) Pakistan eski Dışişleri bakanı Niyaz Niak, 2001 Temmuz ortalarında, Amerika’nın Usame bin Ladin’e ve Taliban’a Ekim ayına kadar saldırmayı zaten planladığını nasıl söyleyebilir? Pakistanlı diplomatlar, Temmuz’da Ceneviz’de yapılan G-8 zirvesinde bu konunun gizlice müzakere edildiğini söylüyor.
28- Amerika’nın Yemen büyükelçisi Barbara Bodine, 2001 Temmuz’unda, FBI ajanı John O’Neill’e el Kaide’nin mâli operasyonlarını soruşturmaktan vazgeçmelerini söyledi – O’Neill hemen DTM’deki bir güvenlik görevine geçti ve 11 Eylül’de hayatını kaybedenler arasında oldu.
29) Taliban ve Pakistan istihbarat servisi ISI arasındaki mahrem ilişkilere, ISI ve CIA arasındaki mahrem ilişkilere bakınca, bin Ladin ölü mü yoksa diri mi yahut ISI ve/veya CIA için değerli bir varlık olmayı sürdürüyor mu hâlâ?
30) Bin Ladin 4 Temmuz’da Pakistan Quetta’dan gelip Dubai’deki bir Amerikan hastahanesine kabul edildi ve 11 Temmuz’a kadar tedavi gördü mü?
31) Bin Ladin grubu Tora Bora’daki mağaraları 1980′lerde Sovyetlere karşı cihat sırasında CIA’nin yakın işbirliğiyle mi inşa etti?
32) 2001 Kasım’ında General Tommy Franks, bin Ladin’in Tora Bora’da saklandığından nasıl emin olabildi?
33) Bill Clinton 1999 Ekim’inde bin Ladin’i vurma operasyonunu niçin iptal etti? O zamanın Pakistan Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref aynı tarihlerdeki bir örtlü operasyonu niçin iptal etti? Ve Müşerref aynı şeyi 2001 Ağustos’unda niçin tekrarladı?
34) George W. Bush, 11 Eylül’den dokuz ay önce bin Ladin Görev Gücünü niçin dağıttı?
35) 13 Aralık 2001′de bin Ladin’in 11 Eylül saldırılarını “itiraf ettiği” (sahte) video görüntüleri, çekildiği tarihten (9 Kasım) sadece iki hafta sonra nasıl bulundu?; (Kuzey ittifakı ve ABS askerlerinin henüz orada olmadıkları bir tarihte) gerçekten Celalabad’da mı bulundu?; (berbat edilen) birincisinden sonra, başka bir tercümeyle o görüntüleri yeniden yayınlamaya Pentagon’u zorlayan kimdi?
36) ISI başkanı Tuğgeneral Mahmud Ahmed 8 Ekim 2001′de, Amerika’nın Afganistan’ı bombalamaya başladığı gün âniden niçin “emekli oldu”?
37) Ahmed, 11 Eylül haftasında (4 Eylül’de) Washington’da ne işler çeviriyordu? Ahmed, 11 Eylül sabahı, Capitol Hill’de Bob Graham ve Porter Gross’la kahvaltı yapıyordu ki bu iki kişi 11 Eylül Komisyonu üyesi oldu ve komisyon, bu iki üyesi hakkında soruşturma açmayı reddetti. Ahmed, 12 ve 13 Eylül’de Dışişleri Bakanı yardımcısı Richard Armitage ile kahvaltı yaptı (bu tarihte Pakistan “terörle savaşta” işbirliğini müzakere ederken), CIA ve Pentagon’un üst düzey yetkilileriyle görüştü. Müşerref 13 Eylül’de, Ahmed’i Afganistan’a göndererek Taliban’dan bin Ladin’in iadesini talep edeceğini duyurdu.
38- Hindistan istihbaratına göre bir ISI çalışanı, Muhammed Atta’ya 2001 yazında 100.000 dolar havale gönderdi. Bu kişi kimdi? Bin Ladin’in bilgi teknolojisi uzmanı, daha sonra Amerikalı gazeteci Daniel Pearl’ün Karaçi’de katledilmesini sağlayan Ömer Şeyh miydi gerçekten? ISI ve 11 Eylül arasında bu sayede mi doğrudan bağlantı kuruldu?
39) FBI, Muhammed Atta ve Mervan el Şehhi ile 8 Eylül 2001′de, New York’ta Helmsley Oteli’ndeki Harry’s Bar’da buluşan şaibeli iki karakter hakkında soruşturma yürüttü mü?
40) Dışişleri Bakanlığı Asya işlerinden sorumlu müdür Christina Rocca ve Taliban büyükelçisi Abdusselam Zâif 2001 Ağustos’unda İslamabad’da buluştuklarında neler görüştüler?
41) Bir el Kaide mensubunun Afgan ulusçusu komutan Ahmed Şah Mesud’u, nâmı diğer “Pençşir Aslanı’nı” 11 Eylül’den sadece iki önce öldüreceğini Washington biliyor muydu? Mesud, Taliban ve el Kaide’ye karşı savaşıyordu – Rusya ve İran desteğinde. Kuzey İttifakı’na göre Mesud’u öldüren ISI-Taliban-el Kaide ekseniydi. Halen yaşasaydı, Amerika’nın Afganistan’da bir loya jirga (büyük konsey) tesis edip, yönetime CIA’nin Hamid Karzai’si gibi bir kukla yerleştirmesine asla müsaade etmeyecekti.
42) Muhammed Atta’nın Hamburg’da bir apartman hücresindeki oda arkadaşı olduğu göz önüne alınınca, Yemenli Remzi Binalşib isminin 11 Eylül bağlamında ortaya çıkması niçin yaklaşık dört ay gerektirdi?
43) Ayakkabı bombacısı Richard Reid ISI’nın adamı mıydı?
44) Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Rusya istihbaratı, 25 pilotun intihar saldırısı için eğitim gördüğü bilgisini 2001′de CIA’e iletti mi?
45) Alman İstihbarat servisi başkanı August Hanning, CIA’e teröristlerin ticâri uçaklarla saldırma planı yaptıklarını ne zaman anlattı?
46) Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, patlayıcı yüklü uçaklarla Amerika’da saldırı düzenleneceğini CIA’e ne zaman anlattı?
47) Mossad direktörü Efraim Halevy yaklaşık 200 teröristin Amerika’ya muhtemel saldırısından CIA’e ne zaman bahsetti?
48- Taliban, “ya üzerine altın serili halı teklifimizi kabul edersiniz ya da sizi bombalı halının altına gömeriz” diyen bir Bush yönetimi yetkilisinin henüz 2001 Şubat’ında yaptığı bu uyarıyı anlamış mıydı?
49) Northrop-Grumman, Global Hawk teknolojisini – insansız uçakları uzaktan kontrol etmeye imkan veren bir teknoloji – 2001 Ekim’inden bu yana kullanıyor mu? Global Hawk’ı ticari bir uçağa yerleştirdi mi? Global Hawk, ticari uçaklarda artık mevcut mu?
50) Cheney, 11 Eylül’de tüm gün yaptıklarının detaylı bir zaman çizelgesini vermeye gönüllü olacak mı?
(Çeviren: M. Alpaslan Balcı, 10-2009)
Fifty questions on 9/11
It’s September 11 all over again – eight years on. The George W Bush administration is out. The “global war on terror” is still on, renamed “overseas contingency operations” by the Barack Obama administration. Obama’s “new strategy” – a war escalation – is in play in AfPak. Osama bin Laden may be dead or not. “Al-Qaeda” remains a catch-all ghost entity. September 11 – the neo-cons’ “new Pearl Harbor” – remains the darkest jigsaw puzzle of the young 21st century.
It’s useless to expect US corporate media and the ruling elites’ political operatives to call for a true, in-depth investigation into the attacks on the US on September 11, 2001. Whitewash has been the norm. But even establishment highlight Dr Zbig “Grand Chessboard” Brzezinski, a former national security advisor, has admitted to the US Senate that the post-9/11 “war on terror” is a “mythical historical narrative”.
The following questions, some multi-part – and most totally ignored by the 9/11 Commission – are just the tip of the immense 9/11 iceberg. A hat tip goes to the indefatigable work of 911truth.org; whatreallyhappened.com; architects and engineers for 9/11 truth; the Italian documentary Zero: an investigation into 9/11; and Asia Times Online readers’ e-mails.
None of these questions has been convincingly answered – according to the official narrative. It’s up to US civil society to keep up the pressure. Eight years after the fact, one fundamental conclusion is imperative. The official narrative edifice of 9/11 is simply not acceptable.
Fifty questions
1) How come dead or not dead Osama bin Laden has not been formally indicted by the Federal Bureau of Investigation (FBI) as responsible for 9/11? Is it because the US government – as acknowledged by the FBI itself – has not produced a single conclusive piece of evidence?
2) How could all the alleged 19 razor-blade box cutter-equipped Muslim perpetrators have been identified in less than 72 hours – without even a crime scene investigation?
3) How come none of the 19’s names appeared on the passenger lists released the same day by both United Airlines and American Airlines?
4) How come eight names on the “original” FBI list happened to be found alive and living in different countries?
5) Why would pious jihadi Mohammed Atta leave a how-to-fly video manual, a uniform and his last will inside his bag knowing he was on a suicide mission?
6) Why did Mohammed Atta study flight simulation at Opa Locka, a hub of no less than six US Navy training bases?
7) How could Mohammed Atta’s passport have been magically found buried among the Word Trade Center (WTC)’s debris when not a single flight recorder was found?
8) Who is in the possession of the “disappeared” eight indestructible black boxes on those four flights?
9) Considering multiple international red alerts about a possible terrorist attack inside the US – including former secretary of state Condoleezza Rice’s infamous August 6, 2001, memo – how come four hijacked planes deviating from their computerized flight paths and disappearing from radar are allowed to fly around US airspace for more than an hour and a half – not to mention disabling all the elaborate Pentagon’s defense systems in the process?
10) Why the secretary of the US Air Force James Roche did not try to intercept both planes hitting the WTC (only seven minutes away from McGuire Air Force Base in New Jersey) as well as the Pentagon (only 10 minutes away from McGuire)? Roche had no less than 75 minutes to respond to the plane hitting the Pentagon.
11) Why did George W Bush continue to recite “My Pet Goat” in his Florida school and was not instantly absconded by the secret service?
12) How could Bush have seen the first plane crashing on WTC live – as he admitted? Did he have previous knowledge – or is he psychic?
13) Bush said that he and Andrew Card initially thought the first hit on the WTC was an accident with a small plane. How is that possible when the FAA as well as NORAD already knew this was about a hijacked plane?
14) What are the odds of transponders in four different planes be turned off almost simultaneously, in the same geographical area, very close to the nation’s seat of power in Washington, and no one scrambles to contact the Pentagon or the media?
15) Could defense secretary Donald Rumsfeld explain why initial media reports said that there were no fighter jets available at Andrews Air Force Base and then change the reports that there were, but not on high alert?
16) Why was the DC Air National Guard in Washington AWOL on 9/11?
17) Why did combat jet fighters of the 305th Air Wing, McGuire Air Force Base in New Jersey not intercept the second hijacked plane hitting the WTC, when they could have done it within seven minutes?
18) Why did none of the combat jet fighters of the 459th Aircraft Squadron at Andrews Air Force Base intercept the plane that hit the Pentagon, only 16 kilometers away? And since we’re at it, why the Pentagon did not release the full video of the hit?
19) A number of very experienced airline pilots – including US ally Egyptian President Hosni Mubarak, a former fighter jet pilot – revealed that, well, only crack pilots could have performed such complex maneuvers on the hijacked jets, while others insisted they could only have been accomplished by remote control. Is it remotely believable that the hijackers were up to the task?
20) How come a substantial number of witnesses did swear seeing and hearing multiple explosions in both towers of the WTC?
21) How come a substantial number of reputed architects and engineers are adamant that the official narrative simply does not explain the largest structural collapse in recorded history (the Twin Towers) as well as the collapse of WTC building 7, which was not even hit by a jet?
22) According to Frank de Martini, WTC’s construction manager, “We designed the building to resist the impact of one or more jetliners.” The second plane nearly missed tower 1; most of the fuel burned in an explosion outside the tower. Yet this tower collapsed first, long before tower 2 that was “perforated” by the first hit. Jet fuel burned up fast – and by far did not reach the 2000-degree heat necessary to hurt the six tubular steel columns in the center of the tower – designed specifically to keep the towers from collapsing even if hit by a Boeing 707. A Boeing 707 used to carry more fuel than the Boeing 757 and Boeing 767 that actually hit the towers.
23) Why did Mayor Rudolph Giuliani instantly authorized the shipment of WTC rubble to China and India for recycling?
24) Why was metallic debris found no less than 13 kilometers from the crash site of the plane that went down in Pennsylvania? Was the plane in fact shot down – under vice president Dick Cheney’s orders?
25) The Pipelineistan question. What did US ambassador Wendy Chamberlain talk about over the phone on October 10, 2001, with the oil minister of Pakistan? Was it to tell him that the 1990s-planned Unocal gas pipeline project, TAP (Turkmenistan/Afghanistan/ Pakistan), abandoned because of Taliban demands on transit fees, was now back in business? (Two months later, an agreement to build the pipeline was signed between the leaders of the three countries).
26) What is former Unocal lobbyist and former Bush pet Afghan Zalmay Khalilzad up to in Afghanistan?
27) How come former Pakistani foreign minister Niaz Niak said in mid-July 2001 that the US had already decided to strike against Osama bin Laden and the Taliban by October? The topic was discussed secretly at the July Group of Eight summit in Genoa, Italy, according to Pakistani diplomats.
28) How come US ambassador to Yemen Barbara Bodine told FBI agent John O’Neill in July 2001 to stop investigating al-Qaeda’s financial operations – with O’Neill instantly moved to a security job at the WTC, where he died on 9/11?
29) Considering the very intimate relationship between the Taliban and Pakistan’s Inter-Services Intelligence (ISI), and the ISI and the Central Intelligence Agency (CIA), is Bin Laden alive, dead or still a valuable asset of the ISI, the CIA or both?
30) Was Bin Laden admitted at the American hospital in Dubai in the United Arab Emirates on July 4, 2001, after flying from Quetta, Pakistan, and staying for treatment until July 11?
31) Did the Bin Laden group build the caves of Tora Bora in close cooperation with the CIA during the 1980s’ anti-Soviet jihad?
32) How come General Tommy Franks knew for sure that Bin Laden was hiding in Tora Bora in late November 2001?
33) Why did president Bill Clinton abort a hit on Bin Laden in October 1999? Why did then-Pakistani president Pervez Musharraf abort a covert ops in the same date? And why did Musharraf do the same thing again in August 2001?
34) Why did George W Bush dissolve the Bin Laden Task Force nine months before 9/11?
35) How come the (fake) Bin Laden home video – in which he “confesses” to being the perpetrator of 9/11 – released by the US on December 13, 2001, was found only two weeks after it was produced (on November 9); was it really found in Jalalabad (considering Northern Alliance and US troops had not even arrived there at the time); by whom; and how come the Pentagon was forced to release a new translation after the first (botched) one?
36) Why was ISI chief Lieutenant General Mahmud Ahmad abruptly “retired” on October 8, 2001, the day the US started bombing Afghanistan?
37) What was Ahmad up to in Washington exactly on the week of 9/11 (he arrived on September 4)? On the morning of 9/11, Ahmad was having breakfast on Capitol Hill with Bob Graham and Porter Goss, both later part of the 9/11 Commission, which simply refused to investigate two of its members. Ahmad had breakfast with Richard Armitage of the State Department on September 12 and 13 (when Pakistan negotiated its “cooperation” with the “war on terror”) and met all the CIA and Pentagon top brass. On September 13, Musharraf announced he would send Ahmad to Afghanistan to demand to the Taliban the extradition of Bin Laden.
38) Who inside the ISI transferred US$100,000 to Mohammed Atta in the summer of 2001 – under orders of Ahmad himself, as Indian intelligence insists? Was it really ISI asset Omar Sheikh, Bin Laden’s information technology specialist who later organized the slaying of American journalist Daniel Pearl in Karachi? So was the ISI directly linked to 9/11?
39) Did the FBI investigate the two shady characters who met Mohammed Atta and Marwan al-Shehhi in Harry’s Bar at the Helmsley Hotel in New York City on September 8, 2001?
40) What did director of Asian affairs at the State Department Christina Rocca and the Taliban ambassador to Pakistan Abdul Salam Zaeef discuss in their meeting in Islamabad in August 2001?
41) Did Washington know in advance that an “al-Qaeda” connection would kill Afghan nationalist commander Ahmad Shah Massoud, aka “The Lion of the Panjshir”, only two days before 9/11? Massoud was fighting the Taliban and al-Qaeda – helped by Russia and Iran. According to the Northern Alliance, Massoud was killed by an ISI-Taliban-al Qaeda axis. If still alive, he would never have allowed the US to rig a loya jirga (grand council) in Afghanistan and install a puppet, former CIA asset Hamid Karzai, as leader of the country.
42) Why did it take no less than four months before the name of Ramzi Binalshibh surfaced in the 9/11 context, considering the Yemeni was a roommate of Mohammed Atta in his apartment cell in Hamburg?
43) Is pathetic shoe-bomber Richard Reid an ISI asset?
44) Did then-Russian president Vladimir Putin and Russian intelligence tell the CIA in 2001 that 25 terrorist pilots had been training for suicide missions?
45) When did the head of German intelligence, August Hanning, tell the CIA that terrorists were “planning to hijack commercial aircraft?”
46) When did Egyptian President Mubarak tell the CIA about an attack on the US with an “airplane stuffed with explosives?”
47) When did Israel’s Mossad director Efraim Halevy tell the CIA about a possible attack on the US by “200 terrorists?”
48) Were the Taliban aware of the warning by a Bush administration official as early as February 2001 – “Either you accept our offer of a carpet of gold, or we bury you under a carpet of bombs?”
49) Has Northrop-Grumman used Global Hawk technology – which allows to remotely control unmanned planes – in the war in Afghanistan since October 2001? Did it install Global Hawk in a commercial plane? Is Global Hawk available at all for commercial planes?
50) Would Cheney stand up and volunteer the detailed timeline of what he was really up to during the whole day on 9/11?
Pepe Escobar is the author of Globalistan: How the Globalized World is Dissolving into Liquid War (Nimble Books, 2007) and Red Zone Blues: a snapshot of Baghdad during the surge. His new book, just out, is Obama does Globalistan (Nimble Books, 2009).
(Pepe Escobar, Asia Times, 2009)
Gizli Vatikan Devleti
Tür: DERİN HABER
Vatikan’ın gizli ilişkileri
Vatikan’ın servetinin tam olarak ne kadar olduğu hiç bir zaman açıklanmayan bir sırdır. Yıllık gelirleri bazı kalemlerde açıklanır, yaptığı açıklamalar biraz da abartılarak gösterilir ancak mal varlığı tam olarak asla açıklanmaz. Vatikan tam bir “Bezirgan” gibidir; daima gelirlerinin azlığından yakınır ama ilginçtir ki her geçen yıl biraz daha zenginleşir, biraz daha fazla para kazanır. Vatikan maliyesi yılda iki kez incelenir. Mali komisyonda kardinaller vardır ve başkan da (Prefektür denir) Amerikalı Kardinal Edmund Szoka’dır.

Cardinal Edmund Szoka
DÜNYANIN SERVETİ SIR EN KÂRLI ŞİRKETİ
Vatikan şu anda dünyanın en zengin devletlerinden biridir. Ünlü Vatikan uzmanı Peter Hebblethwaite’nin dediğine göre de bu devlet hiç bir özel girişimcinin ya da kapitalistin baş edemeyeceği kadar katı “Sosyalistce” kurallarla yönetilmektedir. Aynı uzmana göre bu nedenle Vatikan yeryüzündeki tek Sosyalist Tanrı-Devleti sayılmalıdır. Gerçekten de Vatikan’da hiç bir devletin yapamayacağı bir “sistem” ve yönetim anlayışı yürürlüktedir. Gördükleri işe göre dünyada en az maaş ve ücret alan insanlar buradadır. Buna rağmen toplam 1000 kişiyi geçmeyen Vatikan bürokrasisi, 2500 işçisiyle dünyanın en kalabalık dinsel topluluğunu (yaklaşık 900 milyon) hiç bir aksama olmadan yönetmektedirler. Bu gerçeği yeni öğrenen bir Amerikalı zengin kendini tutamamış ve “Aman Tanrım! Meğer dünyanın en kârlı şirketi Vatikan’mış” deyivermişti. 600 kişinin yönlendirdiği 900 milyon insan koşulsuz olarak Vatikan’a bağlıdırlar ve onun emirlerine tabidirler. Dahası, onu korumak, geliştirmek ve gerçekte daha da zenginleştirmekle yükümlüdürler. Bu emeklerine karşılık Papa’dan alabilecekleri tek “gelir” her Pazar günü Papa’nın onlar adına yaptığı şükran “Duası”dır, o kadar.
DÜNYAYI SARAN AĞ
Vatikan’ın doğrudan ya da dolaylı olarak sahibi olduğu veya yönlendirdiği günlük, haftalık ve aylık 200’den fazla gazete ve dergi, 154 radyo istasyonu veya emisyonu, 49 TV kanalı veya kablolu yayını bulunmaktadır. Bu yayınlar 24 saat süreyle bütün dünyayı bir ağ gibi sarmaktadırlar. Vatikan’ın gelirleri başta her ülkedeki Katolikler’den kesilen Kilise Vergisi; Aidatlar; Bağışlar; Şirket Gelirleri; Hisse Senedi-Tahvil-Bono gelirleri; Bankacılık ve Faiz gelirleri; hediyelik eşya satışlarıyla elde edilen gelirlerden oluşmaktadır. Basın yayından elde edilen reklam gelirleri de epeyce tutmaktadır. Vatikan’ın diğer bir gelir kaynağı da Hıristiyanlığı temsil eden kişileri, örneğin İsa’yı, Meryem’i, azizleri veya sembolleri (Haç gibi) pazarlayarak kazandığı kazançlardır. Bu açıdan bakıldığında Vatikan’ın kendi Tanrısı’nı (İsa) ve dinini en iyi pazarlayan holding olduğu apaçık görülebilir!Vatikan’ın gelirleri sadece bunlar değildir. Vatikan, dünyanın önde gelen bir çok şirketinde hissedardır. Çeşitli ülkelerde sayısız gayrimenkulü vardır. Bir çok bankanın ortağıdır. Özellikle giyim ve turizm sektörlerinde çok kâr getiren yatırımları vardır. Avrupa Birliği içinde Vatikan’a bağlı olarak çalışan “Katolik Tekstil Sanayicileri Birliği” onun çıkarlarının yöneticisi durumundadır. Benzer şekilde ayakkabı, yiyecek ve enerji ile inşaat sektörlerinde de kârlı yatırımları ve ortaklıkları vardır.Sözün kısası, 200 milyon nüfuslu ABD’yi yönetebilmek için sadece Washington’da 250.000 devlet memuru bulunduğu düşünülürse Vatikan “Mucizesi (!)” daha iyi anlaşılır. İhraç malı olarak sadece “Dualar ve Emirleri” olan bir devletin dünyanın en kalabalık topluluğunu yönetip dünyanın en zengin devletlerinden biri olabilmesi başka hangi sözcükle tanımlanabilir ki.
VATİKAN’DA İKTİDAR KAVGASI
Böylesine zengin ve güçlü bir devletin başında kim olmak istemez ki? Bu nedenle Vatikan’ın içinde sürekli bir mücadele yaşanmaktadır. Vatikan’da etkileri ve güçleri tartışılamayacak başlıca altı akım vardır. Bunlardan ikisi “Laik”, dördü “Dinsel” niteliktedir. Laikler OPUS DEI (Tanrı’nın İşleri demektir) ile Malta Şövalyeleri’dir. OPUS DEI, İspanyol asıllıdır ve sadece 65 yıllık bir örgüttür. Buna rağmen günümüzde Vatikan’da en etkili olan “Laik” kurumdur. Gizli bir örgüt olan OPUS DEI’nin tüm üyeleri Katolik meslek sahiplerinden oluşmakta fakat her ülkede örgütten sorumlu bir Kardinal bulunmaktadır. Vatikan pasaportu taşıyan bu Kardinaller’in dokunulmazlıkları vardır ve sadece Papa’ya karşı sorumludurlar. Curia bile bunlara diş geçirememektedir. Malta Şövalyeleri ise öncekinden çok daha eski ve köklü, aristokratik bir örgüttür. Bu da önceki gibi kapalı devre işleyen bir örgüttür ve ününü Türklere karşı Katolik inancını savunarak edinmiştir. İlkin Rodos’ta kurulmuş, burası Osmanlı’nın eline geçince Malta’ya sürülmüşlerdir. Türklüğe ve İslamiyet’e kökten karşı bir örgüttür.
ENGİZİSYONUN MUCİDİ
Vatikan’ın iç siyasetinde ve çekişmelerinde dört dinsel akım etkili olmaktadır. Bunlardan birincisi, Dominiken tarikatıdır. Bunlar için en önemli olan husus kurum olarak Kilise’nin sürekliliğinin korunması ve her koşul altında savunulmasıdır. Dominikenler, “Önce Kilise” diyen tarikattir. Aristokratik ama aynı zamanda da gaddar ve dogmatik olmakla tanınırlar. Ortaçağ’ın Engizisyon Mahkemeleri’ni bunlar kurdurmuşlar ve milyonlarca insanı -özellikle de cadı diye nitelendirdikleri kadınları- yaktırmışlardır.Dominikenler’in tam karşısında Fransiskan tarikatı vardır. Bunlar içinse önce Roma’daki Kilise değil, “Önce Hıristiyanlık” gelir. Fransiskanlar yoksullardan yana, din adına karşılıksız çalışan keşişler topluluğudur. Onlar için önce Kilise veya Papa değil, Hıristiyanlığın yeryüzünde egemen olması önemlidir.Üçüncü topluluk Fransiskanlar kadar çalışkan ama Dominikenler kadar acımasız olabilen Cizvitler tarikatıdır. Bunlar Katolik aleminin “Entellektüelleri” konumundadırlar. Bunlar için önemli olan ise “Papalık Makamı”dır. Papaların kendileri veya Kilise’nin kendisi değil, “Papalık Makamı”nın korunması ve savunulması öncelik taşımaktadır. Cizvitler bu anlayışla bir çok Papa’ya -halen Papa olan 2. John Paul da dahil- karşı çıkmışlardır. Papaları yücelten OPUS DEI ile Papalık Makamı’nı yücelten Cizvitler kavgalıdırlar. Cizvitlere göre OPUS DEI, Papa-Tapınıcılığı (Papolatry) yapmaktadır. Cizvitler en hızlı misyoner örgütüdür. OPUS DEI dördüncü akımın temsilcisidir. Onlara göre Papa’nın kimliği, Kilise’nin de, Papalık Makamı’nın da üstündedir. Papa, Tanrı-Krallığı’nın kutsal önderidir. Böylesine yüce bir mertebeye erişebilen kişi de elbette “Olağanüstü” bir kişidir. Bu nedenle OPUS DEI, böylesine olağanüstü bir kişi tarafından temsil edilen Vatikan Devleti’ni yüceltir ve Kilise’yi ikinci planda görür. Vatikan Devleti’nin uluslararası “Resmi” ideolojisi ise işte bu dört akımın ortak paydalarıyla oluşturulmuş olan ve tüm Hıristiyan alemini bir çatı altında toplamayı öngören Ekümenizm Hareketidir.
KİRLİ İŞLERİNDE MAFYAYI KULLANAN DEVLET
Vatikan’ın ve Papalığını tarihi sayısız cinayet, entrika ve skandalla doludur. Bugüne kadar gelip geçmiş 263 Papadan kaçının eceliyle, kaçının cinayete kurban giderek öldüğü belli değildir. En yakın örnek, bugünkü Papa’dan önce Papa seçilen ve sadece 33 gün Papalık yapabilen I. John Paul’dur.

I. John Paul
Vatikan uzmanı araştırmacı David Yallop’un belgeleriyle açıkladığına göre bu Papa Vatikan’ın içindeki bir “Konspirasyon=Fesat Örgütü” ile “P2 Mason Locası”nın ortak girişimiyle öldürülmüştür. Vatikan’da gece sapasağlam yatıp sabaha ceset olarak kaldırılmak su içmek kadar olağan bir durumdur.Vatikan’ın özellikle 2 Dünya Savaşı sırasında güçlendirdiği müthiş bir istihbarat ağı vardır. Vatikan’ın içinden çeşitli ulusların -başta Fransa, Polonya ve Almanya- istihbarat örgütleriyle birlikte çalışan Kardinaller çıkmıştır. Bunlardan bazıları daha sonra Papa yapılmışlardır. Örneğin 1978’de eceliyle ölen Papa 6. Paul, gizli istihbarat örgütleriyle içli dışlı olmuş bir Kardinal olarak tanınıyordu. Vatikan “Kirli” işlerinde daima taşeron kullanan bir devlettir. Bu pis işleri temizlemek Mafia’nın görevidir.Vatikan’ın siyaset aleminde de yarı-gizli yarı-resmi desteklediği partiler ve siyasetçiler vardır. Bunlara en iyi örnekler Almanya’daki CDU/CSU (Hıristiyan Demokratlar) ve İsviçre’deki CVP (Hıristiyan Halk Partisi) çizgisidir. Vatikan’ın bu ve diğer bir çok siyasi yapıyla, örneğin öğrenci ve işçi kuruluşlarıyla, organik bağları vardır. Vatikan, BM’de, UNESCO’da, FAO’da, AB’de ve OAS (Amerika Devletleri Örgütü) de “gözlemci” statüsündedir.“Vatikan nedir?” sorusunun gerçek yanıtı da işte bu ilişkilerdedir. Vatikan, ekonomi-politiğiyle “Devlet Sosyalizmi”ni uygulayan -kendisi sosyalizme karşı olsa da- bir Kilise Devleti’dir. Toplumsal-Tarihsel bağlamında ise işlevleri itibarıyla “Dogmatik-Dinci” bir devlettir. Bu özelliğiyle de günümüzde çok sık kullanılan Fundementalizm’in (köktenciliğin) çağımızdaki en eski ve en güçlü temsilcisidir. Gerçekten de Vatikan, Dünya’da devlet çapında örgütlenebilmiş ilk Fundamentalist Tanrı-Krallığıdır.
İnanılması güç sırları, gizli geçitleri, şifreleri ve yeraltı yollarıyla Vatikan,tam anlamıyla Dünya’nın en “esrarengiz” devletidir. En iyimser deyişle Vatikan, Papalarıyla birlikte anılan, Papa’nın yaşadığı yer diye bilinen minik bir devlet olarak tanınmaktadır. Kuşkusuz bu kısa açıklamada doğruluk payı vardır ama çok, hem de çok eksik bir tanımlamadır bu. Eksik bilgilenme ise, herkes kabul eder ki, hiç bilgi sahibi olmamaktan daha sakıncalı ve tehlikelidir. İşte Türkiye’de Vatikan’la ilgili bu eksik bilgilendirmeyi biraz olsun giderebilmek amacıyla “Vatikan Nedir?” sorusuyla girmekte yarar görüyorum.
VATİKAN DEĞİL LATERAN
Günümüzde Vatikan diye bilinen yerleşim alanı yeryüzündeki tek “Tanrı-Kenti” statüsündedir. Vatikan bu özelliği nedeniyle “Kutsal-Kent”tir. Bu Tanrı-Kenti aynı zamanda bir “Devleti” içinde barındırır. Vatikan yeryüzündeki tek “Tanrı-Kenti ve Devleti”dir. Vatikan’dan başka “Tanrı-Devleti” yani “Teokrasi” yoktur, fakat halen de kutsal sayılan bir çok kent vardır. (Örneğin, Kudüs, Kom, Hinduların, Budistlerin ve Şintoistlerin kutsal kentleri gibi).Vatikan’ın bugünkü statüsü 1870’de İtalya’da bulunan Papa-Devletleri’nin, İtalyan Ulusal Birliği’nin kurulabilmesi amacıyla ilga edilmeleriyle başlamış ve son hukuki şeklini Faşist Diktatör Mussolini ile Vatikan’ın Dış İşleri Bakanı Kardinal Gaspari arasında 26 Ekim 1926’da imzalanan “Concordat” (Mukavele) ile almıştır. Böylelikle Vatikan İtalya’da “devlet içinde devlet” statüsü edinmiştir. Vatikan’a tüm girişler Roma’nın sınırlarından yapılabilmektedir. Diğer bir deyişle Vatikan, İtalya Devleti’nin tüm haklarından yararlanabilen fakat kendi bayrağına ve egemenliğine sahip ayrı bir devlettir.Vatikan adı, ilginçtir ki, Hıristiyanlığın ilk 1350 yıllık döneminde hiç ağıza alınmamıştır. Çünkü 1267’ye kadar böyle kutsal sayılmış bir yerleşim alanı yoktu. O zamana kadar Papalar Vatikan’da değil Lateran diye bilinen yerleşim alanında otururlardı. Papalar yaklaşık 1000 yıl buradan yönetmişlerdi Katolik alemini. 14. Yüzyıl’da Papalar, Fransa’nın şimdi tiyatro şenlikleriyle tanınan Avignon şehrinde yaşamaktaydılar. Bunlar Hıristiyanlığın en tartışmalı Papalarıydılar. Fransa kralları tarafından korunan bu Papalar 13. Ve 14. Yüzyıllara damgalarını vurmuşlardı. Papaların Vatikan’a geçişleri 1377 yılında, Avignon’daki Papaların sultasının yıkılmasından sonra olmuştur. Bu nedenle “Lateran Kilise Kararları” daima Vatikan kararlarına öncelik sağlamıştır. Bugünkü Vatikan’ın tesisi sırasında da yine Lateran Sözleşmeleri (Treaties) rol oynamıştır.
MİNİK DEVLET=BÜYÜK GÜÇ
Bugünkü Vatikan, yerleşim alanı itibariyle, kalın surlarıyla birlikte 44 hektarlık bir alanı kaplamaktadır. Çevresindeki surlar bir saatte dolaşılabilir. 1527’de İspanyolların işgaline uğrayan Vatikan’ın yıkılan surları ve binaları yeniden inşa edilmişlerdir. Vatikan’ı İsviçreli Katolik askerler, geleneksel giysileri içinde korumaktadırlar. Ünlü Devlet kuramcısı Makyavel, aynı zamanda “prens” olan Papaların kendilerini paralı asker olan İsviçrelilere korutmasını sert bir dille eleştirmişti. Ona göre bu paralı askerler, kendilerine daha fazla para veren düşmanlara Papa’yı satabilirlerdi. Makyavel’in dediği doğruydu. Nitekim bir kaç kez Papalar, İsviçreli askerlerin ihanetine uğramışlardı. Ama yine de Papalar kendilerini İsviçreli paralı askerlere korutmaktan vazgeçmemişlerdi. Nedeni de çok ilginçti. İsviçreli paralı askerler ihanet etseler bile Vatikan’ın hiç bir sırrını açıklamıyorlardı. Vatikan’ı gizemli bir Kilise-Devleti yapan budur işte. Öğretiye göre “Vatikan’da öğrenilen sırlar öbür dünyada bile açıklanmaz.” Vatikan’ın sırlarını açıklayanların ve nesiller boyunca ailelerinin canları ve malları güvenlikte olmaz. Çünkü Vatikan gerçekten de inanılması güç sırları barındıran, gizli geçitleri, şifreleri ve yeraltı yollarıyla tam anlamıyla “esrarengiz” sayılan bir yerdir ve bu şöhretini de yüzlerce yıldır sadece kendisine sakladığı sırlarının başkalarınca öğrenilebilmesini önleyerek edinmiştir.
SİYASİ VE DİNSEL YAPTIRIM SAHİBİ
Vatikan, kendi pasaportu, kendi devlet kuruluşları ve bürokratları olan bir devlettir. Nedir ki, bu devleti diğer devletlerden ayıran temel farklılıklar vardır. Bunları kısaca sayalım.Vatikan Devleti’nin gece yerleşik nüfusu 600 kişidir. Bu sayı sürekl i konuk sayılan kişilerle birlikte 1014 olur. Gündüz nüfusu ise 3599’a yükselir. Bunlar Vatikan’da görev yapan işçiler ve diğer memurlardır. Vatikan Pasaportu bizzat Papa tarafından verilir. Bu pasaport geçicidir. Vatikan istediği zaman tek taraflı olarak iptal edebilir ya da hiç vermemiş gibi kayıtlardan çıkartabilir. Pasaportun özelliği hiç bir ırk ya da milliyet gözetilmeden verilebiliyor olmasıdır. Ne var ki tek koşulu, pasaport alacak şahsın Katolik Kilisesi’ne kayıtlı dindar olarak tanınmış bir Katolik olmasıdır.Vatikan’da altı dikkatle çizilmesi gereken bir özellik vardır. Çoğunlukla devlet olarak bilinen Vatikan ile “Papalık Makamı” bir ve aynı (özdeş) sanılmaktadır. Bu eksik bilgilenmedir. Papa, Katoliklerin başı olarak yeryüzündeki tüm Katoliklerin “Kutsal Pederi”dir, ama sadece ve sadece Vatikan Devleti’nin Devlet Başkanı’dır. Tüm Katolikler’in “Devlet Başkanı” değildir. Bu görevinde Papa’nın bir Başbakanı, bir Senatosu ve Bakanları vardır. Bunlar da siyasi yaptırımları itibariyle sadece Vatikan’la tanımlı ve sınırlıdırlar. Ancak, dinsel yaptırımları itibariyle tüm Katolikleri bağlarlar.
VATİKAN DEVLETİNİN BEYNİ “CURİA”
Devlet ve siyasi erk olarak Vatikan’ın en önemli ve güçlü kurumu, “Curia”dır. Bu kurum Devlet olarak Vatikan’ın beynidir.Vatikan’ın 1983’de kabul edilen en son Anayasası’nın (Code of Canon Law) 360. paragrafında Curia, “Papa’nın adına ama Kiliselerin hayrına ve yararına çalışma yapmakla yükümlü kılınmış bir kurumdur.” Curia, Papalık Sekreteryası (Devlet Bakanlığı); Kilise Kamu İşleri Konseyi (CPAC); Katolik Cemaatleri (Congregations);Yargı Kurumları ve diğer enstitülerden oluşmaktadır. Curia’yı oluşturan bu bakanların, deyim yerindeyse “sinir sistemi” Kilise Kamu İşleri Konseyi’ dir. Vatikan’ın yukarıda sözü edilen Anayasasına göre Curia, çok önemlidir ki, “Dini / Ruhani” bir kuruluş olarak değil, tartışmasız “Dünyevi / Seküler” bir kuruluş olarak bizzat Tanrı tarafından değil, bizzat insan tarafından oluşturulmuş bir birim olarak kabul ve tasdik edilmiştir. Dolayısıyladır ki, Vatikan’ın bu dünya ile ilgili tüm işleri, başta da siyasi, diplomatik ve ekonomik kararlarla, uluslararası ilişkileri “Dinsel” değil, “Dünyevi” olan bu kurum aracılığıyla ele alınır ve yönlendirilir.Curia ilk kez 1605’de diğer ülkelerdeki Kardinal Büyükelçileriyle çalışan Devlet Bakanlığı olarak kurulmuş, daha sonra 1721’de kendi içinde tüm Papa Devletlerinin Başbakanlığı adı altında bir makama sahip olmuştur. Papalığın Başbakanı aynı zamanda Dış İşleri Bakanıdır. Şunu da belirtmek gerekir ki Curia, Tanrı tarafından öngörülmüş bir kurum olmadığı için gerekli görüldüğü takdirde Papa’nın emriyle ilga edilebilir.
KUŞBAKIŞI VATİKAN
Vatikan’daki “Tanrı-Devleti”nde irili ufaklı 200’den fazla bina vardır. Vatikan’ın üçte biri bina, üçte biri park ve üçte biride kaldırımdır. Papalık makamının bulunduğu yere Roma’yla Vatikan’ı ayıran ünlü Bronz Kapı’dan girilir. Vatikan “Kent ve Devleti”ne giriş ise Bronz Kapı’nın yaklaşık 300 metre kadar sağında yer alan Saint Anne Kapısı’ndan yapılır. Araçlar ve halk Vatikan’a ancak buradan giriş yapabilirler. Kapılarda İsviçreli Muhafızlar beklerler. Dilerlerse kimlik denetimi yapabilirler; içeriye sokup sokmamakla serbesttirler. Bronz Kapı ise sadece önemli törenlerde açılır. Bu kapıdan içeri girildikten yaklaşık 150 metre kadar ileride genişçe bir avlu ile buna bakan mahzeniyle birlikte beş katlı bir saray bulunur. Papalar işte burada otururlar. Pencereleri Vatikan’ın ve dünyanın en ünlü ve görkemli binasına bakar. Bu bina St. Peter Kilisesi’dir. 70.000 metre karelik bir alanı kaplayan bu Kilise, Vatikan “Tanrı-Kent”in en yüksek binasıdır.Bronz Kapı’nın tam karşı sınırında, Papa’nın helikopteri için yapılmış olan küçük iniş pisti vardır. Onun sağında Vatikan Radyosu, onun yanında da yabancı öğrencilerin kaldıkları yurt binası yer almaktadır. Bu iki binanın arasında park bulunur. Park’ın ucunda “Curia” sarayı vardır. Devlet olarak Vatikan buradan yönetilir. Parkın diğer alt yanına doğru İlahiyat Akademisi (Kardinaller Koleji) bulunur. Burası bir bakıma Papalığın Senatosu gibidir. Kolejin önünde Vatikan Müzesi, yanında paha biçilmez arşiviyle Vatikan Kütüphanesi yer alır. Bunlara bitişik binada Vatikan’ın “Laik Konsey” binası vardır. Vatikan’da bir de işçi sendikası vardır ve o da bu binadadır. Papanın sarayının uzantısında ise Vatikan Bankası bulunur. Az ilerisinde de Vatikan’ın resmi yayını olan “Osservatore Romano” gazetesinin yönetildiği bina vardır.
PAPA 2. JOHN PAUL’Ü TAHTA OTURTAN ÖRGÜT
Ölen Papa’nın yerine seçilecek olan Kardinal’i, Papalığın Senatosu sayılan Kardinaller Koleji’nin üyeleri belirlerler. Ancak tüm Kardinaller bu seçime katılamazlar. Yaşları genellikle 80 ve daha yukarı olanlar bu zor ve meşakkatli seçime dayanamayacakları gerekçesiyle oy kullanmaya çağrılmazlar. Kardinaller Koleji’nde bazı değişiklerle -örneğin ölüm, hastalık, bunama- 110 ile 120 arasında Kardinal bulunur. 2. John Paul’un seçimine 111 kardinal katılmıştı. Papaların seçimi Sistine Chapel denilen küçük kilisede yapılır. Papanın ölümünden sonra çağrılı olan Kardinaller bu küçük kiliseye alınırlar ve Papayı seçinceye kadar bir daha dış dünyayla görüştürülmezler. Bu seçim bazen günlerce bazen haftalarca hatta aylarca sürer. Ve Papanın seçildiği bu küçük kilisenin bacasından tüttürülen beyaz dumanla dünyaya duyurulur. Dumandan sonra karar değiştirilemez. Kim seçilmişse tüm Katolik aleminin ona itaat etmesi gerekir. Böylece 900 milyon insana sözünü geçirtecek olan bir önder sadece 100 kadar yaşlı insanın verecekleri oylarla seçilmiş olur. Papalar Teslis’de (Trinite) yeralan Kutsal Ruh tarafından İsa’nın Havarileri’nin en büyüğü ve ilk Papa kabul edilen Aziz Peter’in vekili olarak seçilirler. Papa seçiminde oy birliği değil oy çokluğu aranır. Papalık seçimlerinde Vatikan’ın tüm iç dengeleri ve uluslararası siyaset çok önemli bir yer tutar. Gerçi inanca göre Papa’yı Kutsal Ruh seçiyordur ama gerçekte CIA’sından KGB’sine ve MOSSAD’a kadar tüm istihbarat örgütleri de Kutsal Ruh’un seçiminde parmak oynatıyorlardır. Örneğin 2. John Paul adını alarak Papa olan Krakov Kardinali Karol Wojtyla (Voytila) hiç kimsenin favorisi olmadığı halde Papa seçilivermişti. Bu nedenle 2. John Paul’un “Olağanüstü” bir gücü olduğuna inanılmıştı.

Papa II. Jean Paul
İsviçreli parlamenter ve toplum bilimci Jean Ziegler’in dediğine göre OPUS DEI kendisiyle Komünizm kadar mücadele edilmesi gereken, gizli çalışan aşırı sağcı bir harekettir. Ve işte Polonyalı Kardinal, şair ve aktör Karol Wojytla’yı, Papa 2. John Paul olarak Vatikan’daki tahta oturtan bu örgüttür. Karol, Papa seçilince Cizvitlerin başı Peter Pedro Arrupe hemen muhalefete başladı. OPUS DEI tarafından seçtirilen Papa’yı tanımamakla tehdit etti. 1983’e kadar Cizvitler 2. John Paul’a karşı muhalefet ettiler. Bu arada Papa’ya suikastler düzenlendi. Portekiz’de oturan Arrupe’nin taraftarı bir papaz, Papa’yı tahtında otururken bıçakla saldırarak öldürmek istedi. Papa ise OPUS DEI’nin Vatikan’da tüm dizginleri eline alıncaya kadar bekledi. 1983’te Cizvitlere karşı taarruza başladı. Kişisel yetkisini kullanarak Cizvitlere yeni bir önder seçilmesini sağladı. Bu, 54 yaşındaki Hollandalı Cizvit Hans Kolvenbach’dı. Bu seçimde Papa’nın adamı diye bilinen Kolvenbach’ın seçilmesi Cizvitleri yeniden ateşledi. Bu kez doğrudan OPUS DEI’yi hedef alan saldırılara başladılar. Ve OPUS DEI’yi, aynen, Katolik Kilisesi’ndeki Mason Locaları olarak tanımladılar. Buna karşılık Papa da onları Latin Amerika’da Marksistlerle dayanışma halinde olmakla suçladı. Papa bir risale yayınlayarak Marksizmi kınadı. Cizvitler de buna karşı Papa’nın Latin Amerika’daki kapitalist sömürüyü, adaletsizlikleri ve işkenceleri görmemezlikten gelmekte olduğunu ve yoksulları insan yerine koymadığını vurguladılar. Konu daha sonra İnsan Hakları tartışmalarına geldi. Cizvitler ısrarla insan haklarını savundular. Papa da köşeye sıkışınca Vatikan’ın daima insan haklarından yana olduğunu yayınladığı bir risaleyle tekrarladı. Tartışma büyüdü. Bu arada Papa, tarihte ilk kez olarak doğrudan OPUS DEI üyesi olduğu açıklanmış olan bir gazeteciyi, 48 yaşındaki ABC gazetesinin Roma muhabiri İspanyol asıllı Joaquin Navorro-Valls’ı Vatikan’ın basın sözcüsü yaptı. Böylelikle sadece Kardinallere ayrılmış olan böylesine önemli bir göreve tarihte ilk kez dinadamı olmayan, Laik bir kişi atanmış oldu. Papa, ayrıca, 1984’e kadar Cizvitler tarafından yönetilen Radyo Vatikan’ın başına da yine Laik bir şahsı atamıştı.
OPUS DEI’NİN KURULUŞU VE MİSYONU OPUS DEİ
(Tanrı’nın İşleri) adlı gizli örgüt 2 Ekim 1928 de Madrid’te kurulmuştu. Kurucusu sıradan bir papazdı. Adı, Jose Maria Escriva de Balaguery Albas’tı. Escriva’nın amacı din adamlarını değil, ama en az onlar kadar Katolikliğe sadık Laik iş ve meslek sahiplerini biraraya getirerek Papa’ya Vatikan dışında destek olacak varlıklı ve iyi eğitim görmüş elit bir kadroyu oluşturmaktı. Oluşturdu da. Böylelikle Vatikan’a bağlı fakat onun içinde yer almayan ilk Laik muhafızlar örgütü kurulmuş oldu. Doktorlar, işadamları, gazeteciler, yazarlar, avukatlar, mimarlar vb. vb. bir arada OPUS DEI için çalışmaya başladılar. Çeşitli ülkelerdeki aynı meslek sahipleriyle ilişkiler kurdular. Bu ilişkileri sağlayabilmek için iki anahtar kavram seçmişlerdi. Kendisini uygar, barışsever ve eşitlikçi, demokrat kabul eden hiç bir aydının bunlardan sakınması mümkün değildi. OPUS DEI bu kavramları kullanarak bir çok ülkede konferanslar, seminerler ve toplantılar düzenledi. Böylece oluşturulan “Dayanışma” grupları gerçekte tek amaca hizmet ediyordu: OPUS DEI’nin Vatikan içindeki yerini güçlendirmeye.

Jose Maria Escriva
DİKTATÖRLERE OPUS DEI DESTEĞİ
Escriva, Diktatör Franko’ya çok yakın bir dinadamıydı. OPUS DEI vargücüyle onu destekledi. Karşılığında da Franko Kabinesinden 10 Bakanlık aldı. Böylece çok büyük bir servet edinme şansını elde etti. Bu sermayeyle yeni ve uluslararası şirketler kurdurdu. Özellikle İspanya’nın turizm sektöründeki gelirlerinden büyük pay almaya başladı. Daha sonra inşaat sektörüne girdi. Sonra da Eğitime. Çeşitli ülkelerde okullar açmaya başladı. Halen OPUS DEI’nin dünyada 428 üniversitesi ve sayısız okulu vardır. Peru, Kolombiya ve Guatamala’da yatırımlara başladı. Daha sonra da Şili de General Pinochet ile temas kurdu. Bu diktatörü de sonuna kadar destekledi.
PAPALIĞA HİZMET EDEN AHTAPOT
Escriva ilk kez 1950’de Vatikan’ın dikkatini çekebilmişti. Papa 12. Pius, Escriva’ya ve OPUS DEI’ye Katolikliğe hizmet eden “Seküler Enstitü” statüsü verdi. Daha sonra 1960 yıllarında Papa 23. John’dan ve sonraki Papa 6. Paul’dan da yakınlık gördü Escriva. Komünizme karşı özellikle Polonya’da yürütülen gizli, yeraltı çalışmalarında dinadamı olmayan meslek sahibi üyeleri çok çalıştılar. Böylece Escriva, “Preletür” (Bölgesiz Dini Yetkili) sıfatını kazandı. OPUS DEI bundan sonra daha da gelişti. İngiliz araştırmacı Michael Walsh’ın deyimiyle bu örgüte OPUS DEI değil ACTOPUS DEI (Ahtapotun İşleri) denilmeliydi. OPUS DEI gittiği her ülkede ilkin mesleğinde çabuk yükselmek isteyen hırslı, yerleşik ahlaki değerlere önem vermeyen şahıslarla, kendilerini çok önemseyen fakat nedense adlarını duyuramamış aydınları avladı. Özellikle Basın ve TV’de bunları destekledi. Mesleklerinde adlarını duyurmalarını sağladı. Sonra da bunları kullanarak ülkede her istediğini yaptırır hale geldi.
OPUS DEI’NİN ZÜRİHTE UYGULADIĞI USTA TAKTİK
Escriva 26 Haziran 1975’de öldü. Yerine yıllardır yanında bulunan Dr. Diez Sollano geçti. OPUS DEI artık uluslararası bir güç haline gelmişti. Yaklaşık 80 ülkede 75.000 üyesi olduğu tahmin ediliyordu. Protestanlığı ile övünen İngiltere ve Almanya ile Protestanlığın kalesi sayılan Alman-İsviçresi’nde bile bu korkutucu Katolik örgütü kendisine yer açmış ve Katolikliği yaygınlaştırmaya başlamıştı. Örneğin İsviçre’nin Zürich şehri Protestanlığın kalesi olarak tanınırken şimdi Katolikler’in egemenliğine girmişti. OPUS DEI ustaca bir taktikle Zürich’e özellikle Katolik ülkelerden işçilerin gelmesini ve iltica ederek yerleşmelerini sağlamıştı. Böylelikle kentin nüfusu 10 yıl içinde Katoliklerin lehine değişmişti.
AHTAPOTUN TÜRKİYE’YE UZANAN KOLU
Görünüşte tam bir Seküler örgüt gibi çalışan OPUS DEI gerçekte sadece Katolikliğin egemenliğini temin etmeye uğraşıyordu. Bu gerçek Escriva’nın bölge kumandanlarına gönderdiği ve Non Ignoratis (Gözden Kaçmasın) başlıklı mektubunun 1970’li yıllarda basına sızdırılmasıyla anlaşıldı. Escriva mektubunda kendilerinin Seküler sayılmalarının sadece bir taktik olduğunu ve tek hedeflerinin bu maske altında Katolikliği egemen din olarak yerleştirmek olduğunu vurguluyordu ve bu hususun gözden kaçırılmaması gerektiğini söylüyordu. OPUS DEI önderi Escriva, Papa yaptırdığı 2. John Paul tarafından ölümünden 15 yıl sonra Aziz yapılmak için sırada bekleyen 2000 kişinin önüne geçirildi. Normal olarak 300 yıl beklenmesi gerekirken Escriva 15 yılda Aziz olma yoluna girdi. Halen Vatikan’da en önemli kurumlardan biri olan “Hıristiyanlık-Dışı Dinler ve İnançsızlar” Bakanlığını elinde tutan OPUS DEI bu kurum aracılığıyla özellikle Müslüman ülkelerle ilişki kurmuştur. Türkiye’de de OPUS DEI’yle iş ve ticaret ilişkileri içinde olanlar vardır hiç kuşkusuz. OPUS DEI, vargücüyle tüm kiliseleri birleştirmeyi öngören Ekümenizm hareketini desteklemektedir. Bu nedenle Vatikan tarafından hazırlanmış olan Ekümenizm hareketi nedir bunu bilmekte yarar vardır.
VATİKAN’IN TÜRKİYE’Yİ NASIL GÖRDÜĞÜNÜ ORTAYA KOYAN AÇIKLAMA
13 Kasım’da Papa 2. John Paul Ermenistan Kilisesi’nin başı 2. Karakin ile Vatikan’da bir görüşme yaptı. Bu görüşmeden sonra Papa’nın yaptığı açıklama Türkiye’yi ve Türkleri hedef alan en ağır hakaretleri içeriyordu ve Vatikan’ın Türkiye’yi nasıl gördüğünü apaçık ortaya koyuyordu. Papa yanına 2. Karakin’i alıp yaptığı açıklamada 20 Yüzyıl’da yaşanmış olan tüm soykırımların sorumlusu olarak Türkleri göstermiş ve lanetlemişti. Yıllardır Vatikan’ı şakşaklayanlar bile bu açıklama karşısında şaşkınlığa sürüklendiler. Milliyet Gazetesi “Papa Bunadı” diye başlık attı.
UYUMAYALIM!
Gazeteci-yazar Aytunç Altındal şöyle der: “Avrupa İslam alemini ve özellikle Türkiyeyi saat be saat kontrol ediyor. Bugün Türkiyeyi Avrupa ve Amerikaya rapor eden tam 21 kuruluş var. Bu kuruluşlarda 40-50 kişi var ve çok iyi Türkçe biliyorlar.” (Zaman, 3-12-1994)
Zülfü Livaneli Milliyet’deki köşesinde; Amerika haber alma teşkilatı CIA’da üst düzey görevde bulunmuş birisiyle CNN’de yapılan bir konuşmayı nakleder:
Proğramcı soruyor: “Eskiden Sovyetler Birliğinde bir çok ajanınız vardı. Rusya ile dost olduk bu ajanlar çekildi. Peki bu ajanlar şimdi nerede? Çünkü siz ajanlara bir yere yığarsanız,orası karışacak demektir. Söyleyin bakalım, hangi ülke karışacak?” Yetkilinin hiç beklemeden verdiği cevap: “Türkiye!” Proğramcı: “Türkiye de nereden çıktı?” Yetkili: “Önümüzdeki dönemde dünyanın en çok karışacak ülkesi Türkiyedir. Şu anda Türkiye, gizli servislerin ajandasında 1 numaraya yerleşmiştir. Dünya ajanları o bölgede (Güneydoğu ve Ege) toplandı.”
(Aytunç Altındal, www.netpano.com)
NASA Uzmanına Casusluk Davası
Tür: DERİN HABER
ABD Savunma Bakanlığı ve NASA için çalışan bir bilim adamına İsrail için casusluk yapmaya teşebbüs suçlamasıyla dava açılıyor.
Ay’da suyu bulan ABD’li bilim adamı Stewart Nozette, İsrail gizli servisi Mossad ajanı sandığı bir FBI üyesine hassas devlet sırlarını satarken yakanlandı. Nozette, ABD’nin uzay çalışmalarından nükleer sırlara kadar pek çok bilgiye sahip.
Adalet Bakanlığı, Stewart David Nozette’in bir İsrail istihbarat görevlisine gizli bilgiler iletmeye çalışmakla suçlandığını söyledi. 52 yaşındaki uzman pazartesi günü FBI ajanları tarafından gözaltına alındı. Davada İsrail ya da onun adına hareket eden herhangi bir kişi suçlanmıyor. Nozette mahkum olduğu takdirde ömür boyu hapis cezası alabilir.
Stratejik projelerde çalıştı

Stewart David Nozette
Stewart David Nozette, 1989 ve 1990 yıllarında Beyaz Saray’da Ulusal Uzay Konseyi’nde, daha sonra ayda su olduğunun saptanmasını sağlayan radarın denemelerinde çalıştı. Daha sonra 10 yıl Enerji Bakanlığı’nın Livarmore Ulusal Labaratuarında görev yapan Nozette, burada da yeni teknolojilerin geliştirilmesinde rol aldı. Adalet Bakanlığı, Nozette’in 1989 ile 2006 yılları arasında Amerikan savunmasıyla ilgili en gizli kapsamındaki bilgilere ulaşma imkanı olduğunu kaydediyor.
Tuzağa düştü
Geçen ay kendisini İsrail ajanı olarak tanıtan bir FBI ajanı Nozette ile temasa geçti. Nozette, iddiaya göre, izleyen günlerde FBI ajanına Amerikan uyduları, erken uyarı sistemleri, büyük çaplı saldırılar karşısında kullanılabilecek savunma ve misilleme yöntemleri, haberleşme, istihbarat ve savunma stratejisinin diğer bazı önemli boyutları hakkında bilgiler içerek mektuplar iletti. Nozette’e 11 bin dolar ödeme yapıldığı söyleniyor.
|
|
|
|