|
|
 |
Siyasi Bilgiler 11 |
Alfa Romeo ve Haçlı Seferleri
Tür: DERİN HABER
Peki ama, Alfa Romeo´nun Haçlı Seferleri ile ne alakası var? Amblemin sol tarafında ki bir haç, sağ tarafta ise hıristiyanlığı ve haçlı seferlerini sembolize eden bir yılan ve yılanın ağızında ki de “MÜSLÜMAN bir ÇOCUK!”
Almanca bir kaynakta, yılanın ağızındakinin çocuk olduğu yazıyor: “…das rote Kreuz aus dem Stadtbanner und die Schlange aus dem Wappen der Visconti. Eine Viper frisst ein Kind – Symbol aus der Zeit der Kreuzzüge im 12. Jahrhundert.”
Tercümesi: “…Visconti´nin ambleminde ki kırmızı haç ve yılan. Bir Viper çocuğu yiyor – sembol 12. yüzyılda ki Haçlı Seferleri´nden kalmıştır.”
Visconti: Alfa Romeo firmasını kuran ailenin soyadı.
Viper: Bir yılan türünün ismi.
İngilizce bir kaynakta ise yılanın ağızındakinin çocuk olduğu değil ama arap olduğu yazıyor: “The coat of arms of the Visconti family, showing a snake swallowing a Saracen* (Arab). This had been a popular motif for military standards during the crusades of the 1100s and 1200s.” Türcümesi :
“Visconti ailesinin armasındaki yılan, bir arabı yerken görülmekte. Bu 1100´lü ve 1200´lü yıllarındaki haçlı seferlerinde popüler bir askeri motifti.” * Saracen: avrupalıların ortaçağda, Abbasilere ve Şam civarındaki müslüman araplara verdikleri isimdir.

Tarım ürünlerinde gizli planlar mı dönüyor?
Tür: DERİN HABER
Prens Charles’in Türkiye ziyaretini herkes başka bir açıdan değerlendirdi. Kimi için cami ziyaretleri, kimi için Mevlana hayranlığı, benim için ise ayrılırken uçağına doldurduğu kasalar dolusu sebze önemliydi. Koca Prens Türkiye’nin domatesine muhtaç değildi herhalde. Öyleyse bir anlamı olmalıydı bu kasaların. Evet, Prens yanılmıyorsam Kaz Dağı’nda kendisi için yetiştirilen organik sebzeleri ülkesine götürüyordu. Meğer o civarda yaşayan birkaç aile sürekli kraliyet ailesinin sebzesini yetiştiriyormuş ve kraliyet ailesi sadece bu sebzeleri kullanıyormuş.
Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın Kuzey Kıbrıs ziyaretinde Cumhurbaşkanı Talat ile aralarında şöyle bir konuşma geçtiğini hatırlıyorum;
Cumhurbaşkanı Talat, Toptan’a bir yemek sırasında ‘Türkiye’de en son yediğim domateslerin tadı hala damağımda’ demişti. Bu konuşma üzerine Toptan, Talat’a ‘En kısa zamanda size hormonsuz
Anavatan domatesleri göndereceğim’ sözü vermişti.
Meclis Başkanı Toptan kendisinden sonra Kıbrıs’a giden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e hormonsuz domatesleri emanet ediyor, Cumhurbaşkanı Gül de Toptan’ın bu masum ricasını yerine getiriyordu.
Meclis Başkanı Toptan’ın Ankara’da ancak bir hafta araştırma sonucunda hormonsuz domates bulabildiğini de okumuştum o dönemde. Nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzun farkında mısınız?
Gelelim işin teknik meselesine.
1- Tarım ve Köy işleri Bakanlığı’nda 115 bin kişi çalışıyor.
2- 70 tane üniversitemiz,
3- 30 tane ziraat fakültemiz,
4- 50 tane tarım araştırma enstitümüz,
5- 10 bin işsiz ziraat mühendisimiz var.
Buna rağmen Türkiye tohumda tamamen dışa bağımlı. Tek kelimeyle tohumun patronu ise İsrail.
Domuz geni yerleştirilmiş domates, AIDS mikrobu bulaştırılmış kavun haberleri biraz spekülatör olabilir ama İsrail tohumu olayının kesinlikle öbür madalyon tarafı da var.
İsrailli araştırmacıların, genleriyle oynayarak, gül ile limon kokulu domates yetiştirdiğini Şalom Gazetesi’nin internet sayfasından okumuştum. İstediğiniz şekle sahip domatesleri bile bulabilirsiniz; çekirdeksiz, kalp şeklinde, salatalık şeklinde, dilimli…
Yani genlerle oynama meselesi yüzde yüz doğru. Gelelim başka doğrulara. Bu tohumların bir ekimlik olduğunu bilmeyen yok. Yani İsrail’den bir defa tohum almakla kurtulamıyorsunuz. Bir gram tohumun fiyatı her dönemde bir gram altına denk oldu. Üstelik İsrail tohumunu toprağa bir ektin mi artık isteseniz de yerli tohuma dönemiyorsunuz. Genetik tohum o toprağa da zarar veriyor. Artık hep bu genetik tohumu kullanmak zorundasınız. 50-70 yıl sonra ise toprak kanserojen maddelerle dolduğu için artık tamamen kullanılmaz hale geliyor. Buna en güzel örnek:
Türkiye’nin patates deposu olan Niğde ve Nevşehir bölgelerinde yetiştirilen patateslerde kanserojen maddeye rastlandığı için artık patates ekimine izin verilmemesidir. Yani İsrail tohumu tek başına satmıyor. Tohum alana hastalığı bedava…
Tohumların içine hastalık yerleştiren İsrail bu sayede zirai ilaç satımını da garanti altına almış oluyor. Bütün bu acı tabloya rağmen Türkiye’de yabancıların menfaatine çalışan bir patent sistemi işletiliyor. Ne korkunç. Köylü kendi bahçesinde tohum bırakamayacak. Yoksa uluslararası mahkemede yargılanacak! Şu anda dünyada İsrail tohumu kullanma yasası çıkartan ilk ülke işgal altındaki IRAK’tır. İkincisi de BİZ !
(Ayse Kellecioglu, 2008)
İşçi Partisi’nin çizdiği komutanlar
Tür: DERİN HABER
İP’de ele geçirilen belgeler tüyler ürpertti. NATO Üssü’nün emniyet açıklarının tespit edildiği belgelerin arasında üzerine çarpı işareti atılmış bazı komutanlar ile eş ve çocuklarının resimleri de bulunuyor.
Ergenekon Operasyonu kapsamında ele geçen milyonlarca sayfayı inceleyen güvenlik birimleri şok belge ve bilgilere ulaştı. 29 Mart 2008 tarihinde tutuklanan Ulusal Kanal İzmir Temsilcilisi H.Ö. ile İP Genel Merkez Basın Sorumlusu H. Ç.’ye ait bilgisayarlarda yapılan incelemede ‘çok gizli’ ibareli askeri belgeler ele geçirildi.
CD’lerden birisinde Yargıtay’a yönelik ayrıntılı bir saldırı krokisi çıkarken bir diğerinde İzmir Şirinyer’de bulunan NATO üssüne yönelik saldırı planı çıktı. ‘Çok gizli’ ibareli belgelerde NATO üssüne ait kapsamlı bilgilerle, üste çalışan tüm personelin imza sirkülerleri, fotoğrafları bulunuyordu. ‘Operasyon’ isimli klasörde NATO üssünün park alanlarına ait hazırlanmış fotoğraflı krokileri yer alırken kırmızı ile çizilen yerlerin saldırı için kullanılabilecek alanları gösterdiği görüldü. Krokilerde su deposu daire içine alınarak ‘ kimyasal karışım’ notu düşülmüş.
Planları inceleyen güvenlik birimleri ilginç bulgulara rastladı. ‘Plan B’ klasöründe ‘açık otopark yanındaki bina kiralanacak, 6 aylık kira peşin verilecek. Çok önemli” ifadesi dikkat çekerken ‘inventory phone book’ klasöründe ise “NATO üssünün emniyet açıkları tespit edilecek, telefon engelleme yöntemleri planlanacak, bütün araçların plakaları fotoğraflanarak planı uygulamaları için son defa güvenirliği Alb. K ve Alb M. Ö,’den teyit edilecek, mühimmatlar Hava Binbaşı N.Y. tarafından ‘KASA’dan temin edilecek” ifadeleri dikkat çekiyor.
İP merkezinde ele geçirilen evraklar içerisinde yer alan bir başka CD’de ise NATO Üssü Güvenlik Şube Müdürü Hv. P. Yzb. E. A. O. adına düzenlenmiş çok sayıda, farklı giriş yetkilerine sahip tanıtım ve geçiş kartları bulundu. Yine aynı CD’de “son operasyon için hazırlanacak 52 adet giriş ve araç kartlarının basılacağı yazıcının kaliteli olması önemli. Kağıt gramajına dikkat!” ifadeleri yer alıyor. Söz konusu belgelerde ayrıca halen NATO üssünde görevli üst düzey komutanlar ile eşleri ve çocuklarına ait fotoğraflar yer alırken bu fotoğrafların üzerine çarpı işareti atılarak ’susacak’ yazıldığı tespit edildi.
Planların hazırlanış şekli ve içeriğinin çok kapsamlı olması ‘resmi’ kişilerin elinden çıktığı iddiasını güçlendirirken İP yönetiminin NATO karşıtı söylemleriyle tanınması dikkat çekiyordu. Ergenekon Operasyonu kapsamında İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Genel Sekreter Nusret Senem, Ulusal Kanal İzmir Temsilcisi H.Ö. İşçi Partisi Basın Bürosu Başkanı H. Ç. Tutuklandı.
İP’ den ele geçirilen evrakların içerisinde yer alan bir başka klasörde ise NATO üssünün güvenlik zaafları en ince ayrıntısına kadar not edildiği ortaya çıktı. Nizamiye’den çevre güvenlik duvarlarına kadar her türlü ayrıntının yer aldığı dosyada saldırı için tespit edilen noktaların güvenlik zaafları da tek tek sıralanıyor; “Yetkisiz girişlere karşı bariyerlerden sonra kapanlar var. Kapan açıkken yerden 40.cm yüksekliğe ulaşmakta. 3′er metrelik iki kapan birbirinden 10 cm arayla çelik kapının önüne yerleştirilmiştir. Kullanıcı en fazla 30 kg kuvvet uygulayarak kapanı açabilir. Ayrıca çelik kapıdan 2,5 metre geriye 4 saniyede tamamen kalkan mekanik aksamlı hidrolik basınçla çalışan, çelikten imal edilmiş 650 mm’ye yükselebilen hidrolik bariyer inşa edilmiştir. 10 ton’a kadar dayanabilmektedir”
(Adem Yavuz Arslan, Bugün, 2008)
Türkiye’deki Türk, Kürt, Laz sayısı
Tür: DERİN HABER
Milli Güvenlik Kurulu’nun talimatıyla 8 yıl önce üç ayrı üniversiteye yaptırılan ve sonuçları hiç açıklanmayan ‘Türkiye’deki Etnik Grupların Dağılım Raporu’, Malatya’daki kitabevi cinayeti davası dosyasına konuldu.
Malatya’da biri Alman üç misyonerin katledilmesinin üzerinden tam 14 ay geçti. Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde süren dava dosyasına müdahil avukatları tarafından her gün yeni bilgi ve belgeler sunuldu. Bu belgelerden birisi de bugüne kadar kamuoyuna açıklanmayan ve MGK’nın talimatıyla yaptırıldığı iddia edilen Türkiye’deki etnik kimlik raporu.
Raporda Kürtler’den Gürcüler’e, Pomaklar’dan Lazlar’a, Boşnaklar’dan Arnavutlar’a kadar bir sınıflandırma yapıldı. Sonuçları kamuoyuna açıklanmayan rapor, 2000 yılında Erciyes, Elazığ Fırat ve Malatya İnönü Üniversitesi’ndeki öğretim görevlilerine MGK tarafından hazırlattırıldı. Prof. Şaban Kuzgun başkanlığında yürütülen proje kapsamında Türkiye’deki 68 il, ilçe, köy, mahalle ve sokaklar tek tek dolaşıldı. Yapılan çalışmada insanların hangi kökenden, mezhepten ya da tarikattan olduklarının profili çıkarıldı. İşte o rapora göre Türkiye’deki etnik grupların nüfuslarının dağılımı:
TÜRKLER: Türkmen, Yörük, Tatar, Tahtacı, Terekeme, Karaçay, Azeri gibi Türk soyundan gelen gruplar, Türkler’i oluşturuyor. Kökenleriyle ilgileri kalmayan bu grup 50 milyon civarında ve diğer Türkleşme sürecinde olanlar da dâhil edildiğinde bu sayı 55 milyona çıkıyor.
KÜRTLER: Raporda ikinci grup olarak Kürtler gösteriliyor. Sayıları 3 milyon civarında olan bu gruba Zazalar da dâhil edildiğinde Kürt nüfusu 12 milyon 600 bini aşıyor. Ancak bu sayının 2.5 milyonu ciddi derecede Türkleşme sürecinde ve bazı yerlerde Kürtlüğünü kabul etmeyen bile çıkıyor.
GÜRCÜLER: Ağırlıklı olarak Ordu, Artvin, Samsun ve Marmara bölgesinde yaşıyorlar. 1 milyona yaklaşan nüfusuyla Gürcüler, Karadeniz’deki birkaç ilde yaşayanların dışında Gürcüce’yi unutmuş durumda. Ancak son yıllarda Gürcistan’ın kurulmasıyla Gürcülüğe yönelik bir artış olduğu dikkat çekiyor.
BOŞNAKLAR: Adapazarı, İzmir ve Manisa’da toplu halde yaşayan Boşnaklar’ın nüfusu da 2 milyonu buluyor.
ÇERKEZLER: Değişik şehirlerde yaşayan Çerkezler de 2.5 milyon civarında ve Çerkezler’in yüzde 80′i Çerkezce’yi unutmuş görünüyor.
ARAPLAR: Başta Siirt, Şırnak, Mardin, Diyarbakır, Şanlıurfa, Hatay, Adana ve İstanbul’da yaşıyorlar. Türkiye’deki nüfusları 870 bin olarak gösteriliyor.
ARNAVUTLAR: Türkiye’deki nüfusları 1 milyon 300 bini aşmış durumda. Arnavut nüfusunun yarıdan çoğunun, Türkleşme süreci sonunda Arnavutluk’la hiçbir ilgisi kalmadı. 500 bin Arnavut da ise çok canlı bir şekilde ‘Arnavutluk şuuru’ var.
LAZLAR: Bütün Doğu Karadenizliler’in Laz sanılması yanlışından dolayı kalabalık sanılan Lazlar’ın gerçek sayısı 80 bin civarında. Çünkü bir Kafkas halkı olan ve Lazca konuşan gerçek Lazlar, Rize ve Artvin’in birkaç köyünde ve göç ettikleri birkaç Marmara şehrinde yaşıyorlar.
HEMŞİNLER: Lazlar gibi Rize ve Artvin’in bazı ilçelerinde yaşıyorlar ve sayıları 13 bin civarında.
POMAKLAR: Bazılarına göre Türk, bazılarına göre Slav ırkından olan Pomaklar da 600 bin civarındalar ve tamamıyla Türkleşmiş durumdalar.
DİĞER ETNİK GRUPLAR: Türkiye’de yaşayan diğer etnik grupların sayısı da 1 milyonu aşıyor. Bunların arasında çingeneler 700 binlik nüfusuyla başı çekiyor. Türkiye’de ayrıca 60 bin Ermeni, 20 bin Yahudi ve 15 bin Rum kökenli vatandaşın yanı sıra çok az sayıda Süryani de hayatını sürdürüyor.
Projenin başkanlığını yürüten 50 yaşındaki Prof. Dr. Şaban Kuzgun, 14 Mayıs 2000′de Kayseri-Malatya Karayolu’ndaki trafik kazasında hayatını kaybetti. Araştırmada görev alan diğer öğretim görevlileri de Prof. Dr. Şaban Kuzgun’un şüpheli ölümü üzerine aniden projeden ayrılma kararı aldılar. O dönemde bazı kesimler tarafından ‘inanç haritası’ diye adlandırılan bu çalışma “Fişleme yapılıyor” gerekçesiyle bir hayli de tartışılmıştı.
Raporun en çarpıcı başlıklarından biri ise Türkler’in nüfus artış hızında yatıyor. Buna göre Türk nüfusu son 15 yıldır az oranda artış gösteriyor. Buna karşılık Kürtler her yıl yüzde 2,5 oranında artış gösteriyor. Araştırmaya göre Boşnaklar her yıl binde 12, Türkler binde 8, Arnavutlar binde 5 oranında azalıyorlar. Buna karşılık Türkleşme oranının en fazla Kürtler’de olduğu, onları Boşnaklar’ın, Çerkezler’in ve Arnavutların takip ettiği görülüyor.
Güneydoğudan göç eden Araplar’da da yoğun bir Türkleşme hızı olduğu belirtiliyor. Bu arada bazı kaynaklara 5 ila 25 milyon kişi olduğu söylenen Aleviler’in nüfusu ise araştırmaya göre 8 milyon 750 bin civarında bulunuyor. Avrupa’daki 1 milyon Alevi ile araştırmanın tamamlanmadığı 8 il de dahil edildiğinde Türkiye’de 10 milyon civarında Alevi bulunuyor. Araştırmanın 8 yıl önce yapıldığı göz önüne alındığında bugünkü Alevi nüfusunun 11 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Buna göre Türkiye nüfusunun yüzde 85′i Sünni olarak göze çarpıyor.
(Bugün, Tolga ATAR)
Türkiye ne zaman savaşa girecek?
Tür: DERİN HABER
İsrail bir şeriat devletidir. Tevrat’ın hükümlerine göre yönetilir. İsrail’in nihai hedefi arzı Mevdud. Yani Nil’den Fırat’a tüm Mezopotamyayı ele geçirip büyük İsrail devletini kurmaktır. Bu amaç Yahudilere Tevrat’ta emredilmiştir.
“O gün Rab Abramla ahdedip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar, bu diyarı senin zürriyetine verdim.” (Tekvin Bölümü, 15/18)
İsrail’in ilk Başbakanı Ben Gurion: “Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmesi gereken bir başka haritası vardır: NİL’DEN FIRAT’A KADAR.”
Siyonist lider Theodor Herzl: “Sınırlarımız kuzeyde Kapadokya (Orta Anadolu)’daki dağlara, güneyde de Süveyş Kanalı’na kadar dayanıyor.”
Siyonizm sözcüğü Zion kökünden geliyor. Zion “Büyük İsrail” demek. Zion’un sınırları Akdeniz’den Kızıldeniz’e, İran Körfezi’nden Karadeniz’e uzanıyor. Ne gariptir, İsrail’in çizdiği haritada Türkiye’nin Kürt bölgeleri Zion sınırları içinde gösteriliyor.” (2000′e Doğru, 22 Eylül 1991)
Bu emellerine ulaşabilmek için Yahudiler değişik yollara başvurmuşlardır. Hatta haçlı seferleri olarak bildiğimiz işgal girişimlerinin arasında Yahudi sermayesi vardır.
Kanadalı Araştırmacı Amiral William Guy Carr yazdığı “Satranç Tahtasındadaki Taşlar” isimli kitabında şöyle yazıyor. “Yahudi tekelcilerinin faiz aracılığıyla servetlerini yağmalama konusundaki ustalıkları, onları parlamakta olan İSLAMİ doğuya dikkat etmeye iten başlıca sebeplerden biri ve daha sonra Haclı savaşlarının da nedenlerinin biriydi“ Ve Devam ediyor Carr “Siyasi hedefleri ise o bölgeyi ele geçirtebilmek amacıyla hem Müslümanları hem de Hıristiyanları zayıflatmaktı her ne kadar haçlı seferleri Hıristiyan hacıların kutsal topraklara seyahatini gerçekleştirebilmek ve onları korumak amaçlı yapıldığı söylense de, asıl faillerin bunu bahane eden Yahudiler olduğunu görmekteyiz”
Yahudi Devletinin kurucularından olan Theodor Herzl 1897 de Yahudi devletinin sınırlarını söyle açıklıyordu: “Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki(Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalına; sloganımız Davut ve Süleymanın Filistin’i olacaktır” Ve devam ediyor “Baselde ben Yahudi Devletini kurdum. Eğer bunu yüksek sesle söylersem bütün Dünya güler. Fakat beş veya 50 sene sonra herkes bunu böyle bilecektir “(Theodor Herzl, The Complete Diaries of Theodor Herzl, cilt 2, sf.711)
Görülüyor ki henüz Osmanlı devleti yıkılmamışken İsrail’in kurulusu planlanmış ve süre verebilecek kadar emin adımlara bu toprakların parçalanması tasarlanmıştı.
Thodor Herzl , Sultan Abdulhamid’e Osmanlının Borçlarını ödemek karşılığında Toprak istemiş fakat kovulmuştu.Bunun üzerine Herzl ” Siyonozim amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlının Dağılmasını beklemeliyiz” demiştir.
İlk adımları olan İsrail devletini 1948 de kurduktan sonra Yahudiler iyice cesaretlenmiş ve planlarının ikinci sefasını devreye sokmuşlardır. O da Büyük İsrail’in kurulması.
Herz’in bu açıklamalarından 88 sene sonra İsrail ordusunun komutanı katil MOSHE DAYAN, mevcut Yahudi devletinin sınırlarını yeterli bulmayıp şunları söyleyecekti:
“Eğer kitabı mukaddes sahip çıkıyorsak, eğer kendimizi kitabı mukaddeste yazılı olan halktan sayıyorsak, kitabın yazıldığı topraklara da sahip olmamız gerekir” (Jerusalem Post, 10 Ağustos 1967 )
İŞTE 1982 YILINDA PLANLANAN PROJE
“Dünya Siyonist Örgütü’nün yayın organı Kivunim (Yönelimler) dergisinin Şubat 1982′deki 14. sayısında; 1980′lerde ‘İsrail için Strateji ‘başlıklı yazıda, Irak’ın Basra çevresinde güneyde bir Şii Bölgesi, kuzeyde Musul çevresinde bir Kürt Bölgesi ve ortada Bağdat çevresinde bir Sünni Bölgesi olarak üçe bölünmesi hedefleniyor.” (Ortadoğu Çıkmazı, Cengiz Çandar, sf.37)
“Mossad, 1973′te, Yom Kippur Savaşı’nda, Barzani’den Irak petrol kuyularını bombalamasını istedi. Barzani’de bunu kabul etti.” (Mossad ‘Les Services Secrets Israeliens’, Dennis Eisenberg-Uni Dan-Eli Landau, sf. 269)
Kuzey Irak’taki Kürtler, Mossad’dan ilk ve direk yardımı, İsrailli askerler Kürt Yahudisi gerillaları eğitirken alıyorlar. İsrail Kabine Başkanı Aryeh Eliav, Barzani yandaşları için arazi hastanesi kurdu.” (Every Spy A Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.82)
İsrailli Shai komandolarının bir bölümü Molla Mustafa Barzani’nin yanında yaşıyorlar. Zaten Barzani’nin komandolarına iletişim ağlarını kuran da onlar. Bu komandolar sabotaj ve katliamda bu ağları kullanıyorlar.” (Les Murailles d’Israel, Larteguy, sf. 92)
“Barzani yandaşlarına İsrailliler tarafından yardım edildiği artık kimse için bir sır değil. Onlardan sadece silah ve malzeme almıyorlar, aynı zamanda bilgi de alıyorlar.” (Les Murailles d’Israel, Larteguy, sf.92)
“Irak’taki ayaklanmaları yakından izleyen Ankara, Kürtlerin ve Şiilerin İsrail tarafından desteklendiklerini belirledi ve dikkatini Tel Aviv’deki gelişmelere de kaydırdı. Kuzey Irak’taki iç savaşın arkasında İsrail Gizli Örgütü Mossad’ın da parmağının bulunduğu, İsrail’in Kürt Devleti’ni desteklediği belirlendi. Edinilen bilgilere göre askeri istihbarat, İsrail’in Kürt Devleti’nin kurulmasını fiilen desteklediğini gösteren verileri hükümete sundu. İsrail’in, Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti kurulması konusuyla, Mossad kanalıyla öteden beri ilgilendiği belirtildi.” (Tercüman, 12 Mart 1991)
“İsrail, GAP konusunda Türkiye ile iş birliği yapmak istediğini, İsrail’in su kaynaklarından yoksun olduğunu, Türkiye’nin ise zengin su, toprak ve iş gücüne sahip bulunduğunu belirtti.” (Şalom, 29 Ocak 1992)
“Şimon Peres: Nüfus artıyor. Suyu üretmek için imkan oluşturmazsak, bu kez su için savaşacağız.” (Cumhuriyet, 12 Haziran 1991
“İsrail Hayfa Üniversitesi’nden Prof. Armon Sofer 1990′da verdiği demeçte, Ortadoğu’da su kaynaklarının kullanımı yüzünden savaş çıkacak dedi.” (Milliyet, 31 Ekim 1990)
“Merkezi Washington’da bulunan Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi, 1986′da durup dururken, ‘Ortadoğu’nun Su Sorunu’ başlıklı bir rapor yayınlar. Raporda bölgedeki kuraklığın artacağı, nehir debilerinin azalacağı, günlük hayatta suyun petrolden daha değerli olacağı gibi araştırma sonuçlarına yer verilir ve bir de kehanette bulunulur: Nil, Ürdün ve Fırat… Ortadoğu’da, gelecekteki bir savaş, mutlaka bu üç nehrin sularının paylaşılmasından çıkacak…” (Tempo, 10-16 Haziran 1990)
“İsrail Tarım Bakanı Rafael Eitan: Bölgede su, saatli bombadır.” (Hürriyet, 14 Temmuz 1991)
“Batılı kaynaklar, Ortadoğu’da petrolden daha değerli hale gelmeye başlayan suyun, 2000′li yıllara doğru stratejik bir önem kazanarak bölgede savaş rüzgarları estirebileceğini belirtiyorlar.” (Cumhuriyet, 23 Temmuz 1992)
“Los Angeles Times: Su sorununda Türkiye anahtar.” (Hürriyet, 30 Ocak 1992)
BM Genel Sekreteri Butros Gali, Financial Times’a verdiği demecinde bölgede bundan sonra çıkacak savaşın siyasi değil, su meselesinden çıkacağını söylüyor.” (Milliyet, 30 Ocak 1992)
ŞİMDİDE SENARYOLAR YAVAŞ YAVAŞ UYGULANMAYA BAŞLADI. NASIL MI?
Petrol ve barajlar bizim olsun!
Bu “balyoz” haberlerinin gölgesinde kalan bu sözlerin sahibi kim? Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir!
Peki, Baydemir bu sözleri nerede söyledi?.
- Avrupa Parlamentosu’nda “Avrupa Birliği-Türkiye ve Kürtler” konulu konferansta!..
Peki, DTP’li Belediye Başkanı bu “büyük lafları” kimlerin karşısında söyledi?..
- AB-Türkiye Karma Parlamenter Komisyonu Başkanı Joost Lagendijk ve Türkiye’ye yakın ilgisini esirgemeyen (!) AP milletvekili Andrew Duff ‘ın karşısında!..
Peki, onlar bu konuşmayı dinleyince ne yaptılar?..
-Ne yapacaklar, alkışladılar tabii!.. İŞTE SİZE BATI..
Türkiye çok zengin petrol kaynaklarına sahiptir. Ancak yıllardır söylenen bir yalan var. Çok derinde. Acaba öyle mi?
“Türkiye’de petrol yok, olan da çok derinde, rantabl değil” kandırmacısı dillerde dolanıyor. Meğer sınırımızdan elli metre ötedeki petrol üst tabakalarda imiş sınırı geçer geçmez derine kaçıyormuş! Satılmış birçok ağızdan, MTA’cıların bazılarından ve maden fakültelerinin bazı hocalarından kaynaklanıyor bu aldatmaca. İnsan o zaman soruyor: Mademki yok, neden bu denli uzman Amerikalısı, İngiliz’i, Hollandalısı bunca para döküp sondaj üstüne sondaj yapmaya devam ediyor? Biz yanıtını verelim: Onlar rezervleri saptayıp kapatıyorlar, zamanı geldiğinde tam egemen olarak açmak üzere!..” Büyük İsrail devleti kurulunca çıkarılacak. Peki, bu petrolün ve diğer kaynakların doğal sahibi olarak kendini gören İsrail bunların Türkiye tarafından kullanılmasını nasıl engelleyecek? PKK… Evet, yıllardır güneydoğudaki terörün tek nedeni bu..
Siz yakalanan PKK’lıları duydunuz. PKK ya ait mühimmat depolarının bulunduğunu duydunuz. Peki, hiç PKK ya silah götürürken yakalanan bir araç veya başka bir şey duydunuz mu? Bu silahlar gökten mi iniyor? Tabiî ki hayır. Tüm silahlar İsrail tarafından sağlanıyor. Bölge Mossad’ın kontrolünde. Ve maalesef Türkiye bunu biliyor. Peki, İsrail bu hedefe ulaşması konusunda en büyük yardımcısı kim? Bildiniz ABD. Peki neden? İki ana nedeni var.. Birincisi rezervi tükenmek üzere olan petrol. (Dünyada 30yıllık petrol rezervinin kaldığından bahsediliyor)
İKİNCİSİ VE DAHA ÖNEMLİSİ EVANJELİSTLER…
Evanjelistler Hıristiyanlığın Protestan mezhebinden fakat konuyu araştırdığımızda düşünce ve eylemlerinin Siyonizm hedefleri ile örtüştüğünü görüyoruz.
Bakın ne diyorlar. Dünyayı İsa’nın inmesine uygun hale getirmek gerekiyor. Bunun için öncelikle İran, Irak ve Lübnan topraklarının alınması gerekmektedir. Bu çerçevede Bağdat yani eski Babil büyük önem taşıyor. Bunun yanında Mescid-i Aksanın yıkılıp Süleyman Tapınağının yeniden inşa edilmesi gerekiyor.
Yukarıdaki hedefleri bir yerden hatırladınız mı? Ben çıkartacak gibi oluyorum. Bunlar Siyonizm’in temel hedefleri. Arz-ı Mevdud ideali çerçevesinde alınması gereken topraklarla, yine Süleyman Tapınağının inşa edilmesine kadar hepsi Siyonist İsraillin hedefleri.
Gerek programdaki sonuçlardan, gerekse metinlerden bir analiz yaptığınızda Siyonist felsefenin Evanjelislerle aynı doğrultuda olduğunu kolaylıkla görebiliyorsunuz. Ve Bush ta bir evanjelistdir. Herkes aynı şeyi söylüyor. ABD ırak batağından çıkmaya çalışıyor. Onun için İran ve veya türkiye ile uğraşamaz. Gerçekte öyle mi? ABD’nin ıraktaki toplam kaybı ne kadar? Yanlış hatırlamıyorsan 4 bin civarı…Bir ülkeyi ele geçirme adına 4 bin çok komik bir rakam..Ne elde etti..Dünyanın en büyük petrol rezervlerini..İnanılmaz bir kar.. Ve ABD bunca uğraşıdan sonra bu petrol rezervlerini bırakıp gidecek mi? Kitle imha silahları var yalanı ortaya çıkmadı mı? Demek ki amaç Irak’ı ele geçirmek. Peki şimdi geri çekilir mi? Bu mantığa sığmaz. Hiç kimse bu rezervleri bırakıp gideceğini söylemez.
Şimdi İran meselesi var. Irak’ı hangi sebeple işgal etti? Kitle imha silahlarının varlığı yalanıyla? Yalanla ülke işgal eden ABD nükleer çalışmaları olduğu net olarak bilinen iranı rahat bırakır mı? Mantık hayır diyor. Petrol şu anda en büyük sorun. Şunu düşünün. Bir anda petrol bitti. Ne olur? Ki 30 yıllık petrol kaldı.
Dünyadaki başta askeri olmak üzere tüm sistemler petrol üzerine..Ve petrolün yerine kullanılacak bu kadar yaygın bir enerji kaynağı henüz yok..Bu durumda tüm dünya ekonomik ve askeri gücünü yeni bir enerji kaynağına göre inşa etmek zorunda. İşin diğer bir vahim tarafıda burada açığa çıkıyor. Türkiye açısından tabi..petrolün yerine kullanılması düşünülen yakıt hidrojen..Yalnız önemli bir sorun var..Hidrojen yanarken çok güçlü bir ısı açığa çıkarıyor. Ve bunun için çok sağlam yakıt depolarına ihtiyaç var..bu ısıya dayanabilen tek maden bor. Bor payımız dünyada % 74 e çıktı.
İŞTE YORUMLAR…
“Aslında İran’a saldırı spekülasyonlarını, yalnızca son aylarda İran’ın sahip olmakta inat ettiği nükleer tesislere bağlamak pek de doğru olmaz. Amerikan basınına yansıyan haberlere göre, ABD yönetimi, İran’a karşı savaş planlarını çoktan hazırlamış. Hatta Washington Times gazetesinin Amerikalı askeri uzman William Arkin’in açıklamalarına dayanarak verdiği habere göre, bu planlar, Mart 2003′te Irak’a karşı başlatılan askeri operasyonlardan önce yapılmış. Yani İran’la savaş senaryolarını 3 yıl önce tasarlamış.
Planları hazırlayan ise ABD Kara Kuvvetleri ve Körfez bölgesinden sorumlu olan Florida’daki Merkez Komutanlığı. İran’la geniş çaplı bir savaşın planlamasına ilişkin çalışmaların önderliğini ise, bugün Merkez Komutanlığı’nın başında olan Orgenaral John Abizaid yapmış. Bu planın adı da “TIRANNT”, yani İngilizce “Yakın zamanda Iran Tiyatrosu” anlamına gelen “Theater Iran Near Term”in kısaltılmış şekli.
Amerikalı askeri uzman Arkin, Washington Times’a yaptığı açıklamada, İran’a karşı askeri operasyonun, füze saldırıları, kara çıkarması ve Hürmüz Boğazı’nın kontrolü için bir donanmanın konuşlandırılması biçimde planladığını söylüyor. Plana göre, Amerikan Deniz Kuvvetleri, İran’ın petrol sevkıyatını durdurmak amacıyla Hürmüz Boğazı’nı kapatmasını önleyecek her türlü tedbir üzerinde çalışmış.
Plan, İran’ın füze kapasitesinin ayrıntılı analiz edilmesi ve kitle imha silahlarının etkisiz hale getirilmesini öngörüyor. Hatta Arkin’e göre, Amerikan ve İngiliz askerlerinin Hazar Denizi’nde askeri tatbikatlar yaparak bu operasyona hazırlandıkları da bir gerçek .
Amerikan yönetiminin, İran’a karşı savaş planlarını 2004 yılında ABD’nin nükleer silahlar dahil ağır bombardıman unsurlarından sorumlu stratejik komutanlığına verdiği talimatla güncelleştirdiği de söyleniyor. Bu son plan, ABD Başkanı George W. Bush emir verdiği anda İran’ın nükleer tesislerini 12 saat içinde ağır bombardıman uçaklarıyla ve güdümlü füzelerle vurulmasını öngörüyor.
Görüldüğü gibi ABD yönetiminin İran’ı hedef alan saldırı planlarını, daha Irak’ı vurmadan önce hazırladığı gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Ve son zamanlarda görüldüğü gibi ABD, İran’a karşı bu askeri operasyon planlarını hayata geçirebilmek için bahane arayışında. Bu bahane de İran’ın uranyumu zenginleştirme faaliyetlerine ve ardından nükleer bombaya sahip olacağı kaygılarına kilitlenmişe benziyor.
Amerikan Time dergisi, son sayısında manşetine ABD’nin İran’a karşı olası savaş hazırlıklarını taşıdı. Dergi, askeri kaynaklara dayandırdığı haberinde, İran’daki 1500′den fazla hedefi havadan vurmayı öngören savaşa, ABD ordusundaki tüm uçakların katılmasının planlandığını belirtti. Habere göre böyle bir savaşın temel hedefi, İran’ın nükleer silah geliştirmesini 2-3 yıl geciktirmek olacak. Ancak ABD ordusu İran’a karadan girmeyecek.
Time, böyle bir savaşın ne zaman düzenlenebileceğine dair bir tahminde bulunmazken, saldırının sadece birkaç gün süreceğini vurguladı. Haberde, Amerikan donanmasının bir denizaltı, bir Aegis sınıfı güdümlü füze gemisi ile çok sayıda mayın tarama gemisine İran Körfezi’nde konuşlanmaya hazır olma emri ilettiği belirtildi. Haberde, Haberde, gemilerin henüz limanlardan ayrılmasının istenmediği, ancak 1 Ekim’e kadar hazır olmasının istendiği vurgulandı. Haberde ayrıca, İran’ın operasyon ardından ilk tepkisinin İsrail’e saldırmak olacağının tahmin edildiği vurgulandı.
SONUÇ:
Belki de bunların tamamı komplodur. İnşaallah öyledir. Ama devletlerin bunun bir komplo olduğunu farzetmek gibi bir lüksleri yok. 80 lerde kim derdiki süper güç S.S.C.B kurşun atmadan yıkılacak?
Batı tıbbı sağlığınızın altını nasıl oyar?
Tür: DERİN HABER
Her yerimiz ilaç ama her taraf hasta insanlarla dolu. Bu yaman çelişkiyi konu edinen yeni bir kitap Batı tıbbının bizi iyileştirmek istemediğini söylüyor. Hayykitap’tan yayınlanan “Batı Tıbbı Sağlığınızın Altını Nasıl Oyar?” kitabının yazarı Shane Ellison ile tıp sisteminin karanlık dehlizlerinde dolaştık. Şaşırmaya ve sinirlenmeye hazır olun.
Ellison büyük ilaç şirketleri ve FDA arasındaki çıkar ilişkisinin hepimizin sağlığına nasıl kastettiğini anlatıyor. Aslında yazar, bu çarpık ilişkiyi anlatan birçok bilim adamından sadece biri. Tıp dergilerinde ara sıra gündeme gelen bu konular, genelde dar bir çevrede hapsoluyor. Ellison’un kitabı bu yüzden önemli. Hepimizi ilgilendiren konular, yalın bir dille, kafa karıştırmadan, herkesin anlayabileceği şekilde aktarılıyor.
Söyleşide ve kitapta sık sık adı geçen “FDA” Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi için kullanılıyor. Bu kurum, tanım olarak, Amerikalılara sağlıklı yiyecekler yedirmek ve sağlıklı ilaçlar içirmekle yükümlü. İlaçlar piyasaya çıkmadan önce yıllarca deneyler yapılıyor, sonra bunların sonuçları FDA’ya sunuluyor. Kurum ilacın güvenli ve etkin olduğunu onaylarsa piyasaya sürülüyor. FDA’nın verdiği kararlar aslında tüm dünyayı ilgilendiriyor. Onaylanan ilaçlar diğer ülkelere de genellikle giriyor.
Şimdi gelelim Shane Ellison ile yaptığımız söyleşiye…
Biraz kendinizden söz eder misiniz? Bildiğim kadarıyla büyük bir ilaç şirketinde çalışıyordunuz. Şirkette yaşadıklarınız nedeniyle istifa ettiniz ve gördüklerinizin bir kısmını kitaplarınızda yazdınız.
Ben ilaç üretimi konusunda uzmanlaşmış bir kimyagerim. Biyoloji ve kimya eğitimi gördüm. Kuzey Arizona Üniversitesi’nde organik kimya master’ı yaptım. Mezun olduktan sonra Eli Lilly için Tamoxifen türevleri üretmeye çalışan Array Biopharma şirketine girdim. Tamoxifen kadınlarda ciddi yan etkilere neden olduğundan Eli Lilly bu ilacı yeni bir kimyasal akrabasıyla değiştirmek istiyordu. Denemelerimizde başarı sağlayamadık. Tehlikesinin çok bariz bir şekilde bilinmesine rağmen Tamoxifen satışları devam etti. O sırada fark ettim ki, Eli Lilly Tamoxifen reklâmlarında ilacın kanser riskini düşürebileceğini yazıyor. Bu, biyokimyagerlerin laboratuarda bulduklarının ve raporladıklarının tam tersiydi. Bu çelişki sağlık efsanelerinin üzerine eğilmeme vesile oldu. Sonuçta, kurumsal ilaç üretimi işimden istifa ettim.
Sizinle aynı hisleri paylaşan başka mesai arkadaşlarınız var mıydı?
Evet, diğer arkadaşlarım da benzer hisler yaşadılar ve benimle paylaştılar. Fakat çoğu bilim adamı bu ilaç üretimi tuzağından kurtulmanın zor olduğunu düşünüyor. Çünkü, ya uzun vadeli ev borçlarını ödemek zorundalar, ya da eninde sonunda bu sektörle bağlantılı bir iş yapmak zorunda olduklarını düşünüyorlar. Bu nedenle çoğu, fikirlerini kendine saklamayı tercih ediyor.
Ayrıca, ilaç endüstrisinde statükonun zıddına hareket etmek hayatınızı bayağı zorlaştırabilir. Bu tür bir harekette bulunmak bir bilim adamının kariyerini ilelebet karartabilir. Buna en iyi örnek olarak FDA’nın içinde olup bitenleri ifşa eden Dr. David Graham’ı gösterebiliriz. Graham FDA’yı Vioxx’un tehlikelerine karşı uyardı. Ardından işyerinde tehditler aldı, düşmanca davranışlarla karşılaştı, gözdağı vermeye çalıştılar.
Bir ilaç şirketinde çalışıp da belirli bir ilacın güvenli ve etkin olmadığını söyleyenler de aynı muameleyle karşılaşabilir.
Şu anda özgür konuşabiliyor musunuz?
Kurumsal şirketlerle artık bir bağlantım yok. Gayet özgür bir biçimde konuşabiliyorum. Bu yüzden kitaplarım diğer sağlık kitaplarıyla karşılaştırılınca daha içten görünüyor.
FDA ile büyük ilaç şirketleri arasında nasıl bir ilişki var?
FDA bünyesinde çalışan üst düzey bilim adamlarının ilaç şirketleri ile maddi bağlantıları var, özellikle de inceleyecekleri ilaçlarla ilgili. Çoğunlukla ilaç şirketlerinin hisse senetlerine sahipler. Bu tür menfaat ilişkileri toplumdan gizleniyor. Ve maalesef, bu kirli ilişkilere izin verilince de, ilaç şirketlerinin her dediği oluyor.
Washington Times gazetesinin de yazdığı gibi, birçok bilim adamına ilacın güvenliği, etkinliği, kalitesi ile ilgili şüpheleri olsa da ilacı üretmesi veya onaylaması için baskı yapılıyor. Bu, senelerdir süregiden bir gerçek… Bunun sonuçları feci oldu; olmaya da devam edecek.
Sizce ilaç şirketlerindeki üst düzey yöneticilerin hastalıkları tedavi etmek gibi bir gayeleri var mı?
Hayır. İlaç üretimi hastalıkların semptomlarını (belirtilerini) tanımlamaya ve sonra da bu belirtileri ortadan kaldıracak bir molekül sentezlemeye dayanıyor. Bu moleküller ise, bitkilerden veya diğer doğal kaynaklardan elde ediliyor, yani doğa kopyalanıyor. Maalesef doğal yapıları değiştirilmiş olduğu için kan dolaşımına çok hızlı girebiliyor ve riskli olabiliyorlar. Bu kopyalar aynı zamanda toksik çünkü vücudumuz bunlara doğal maddeler gözüyle bakmıyor.
Tekrarlayacak olursak, hastalığın “sebeplerini” umursamıyorlar. İlaç şirketi iş modeli “sürdürülebilirlik” üzerine kuruludur. Hastalığın sebebini ve bunun dermanını bulmaktansa, hastaların sadece hayatlarını sürdürmesi sağlanır. Herhangi bir hastalığa derman olabilecek tek bir reçeteli ilaç bulamazsanız.
Hastalıkları iyileştirmek, ilaç şirketlerine iş modeli olarak pek karlı gelmez, sadece hastalıkların belirtilerini yok ederler. İlaç endüstrisi, sadece “hasta insanlardan” para kazanabilir. Hatta sağlık sigortası olan hasta insanlardan dersek daha doğru olur.
Bu iş modeli ilaç şirketlerine büyük kâr getirir ve insanların kendilerine bağımlılığını garanti altına alırlar. İnsanların bu bağımlılığı sayesinde ilaç reklâmlarının, ilaç deneylerinin, üniversite araştırmalarının, hükümete yaptıkları lobi faaliyetlerinin ve “hayalet yazarların” parasını öderler. Bu stratejilerin hepsi birden hem toplumun, hem de hekimlerin gözünü boyamak için kullanılır.
Ölümcül sağlık efsanelerinin çıktığı noktalar işte bunlar. Bu efsanelerden bazıları “kolesterolün kalp hastalıklarına sebep olması, insülinin diyabet için yegâne tedavi olması ve Afrikalı insanların AIDS’ten ölmeleri”.
Sahtekâr bilim ve “hayalet yazarlar” aracılığıyla, hem toplumu, hem de tıp dünyasından birçok saygın uzmanı bu efsanelerin kurbanı haline getirdiler (Hayalet yazarlık: İlaç şirketlerinin, ilaçları hakkında olumlu makaleler hazırlayıp, para karşılığı saygın bilim adamlarının imzalarıyla yayınlatmaları).
Karlarını daha da artırmak için ilaç şirketleri hastalık da icat eder, ardından bu yeni hastalığa çare olarak sundukları ilaçlarını pazarlarlar.
Siz hastalık icat etmek gibi bir şey söyleyince çoğu okuyucumuz “yok, bu kadar da olmaz artık” diyecektir. Hastalık yoksa şirketler nasıl icat edebilir ki?
Hastalık icat etme fikri sanki bir komplo teorisiymiş gibi algılanmasın. Kötü alışkanlıklar nedeniyle zaten oluşan rahatsızlıkları bulup, bunları bir hastalık olarak etiketlemekten ibaret bir iş aslında.
Mesela, adet öncesi her kadının yaşadığı sıradan gerginliklere “premenstrüel sendrom” diye bir isim takarsınız. Bunun bir ruh hastalığı olduğunu iddia edersiniz. Ve arkasından, bu sözde “ruh hastalığını” tedavi edecek yeni anti-depresanınızın reklâmını yaparsınız. Mekanizma bu kadar basit. Veya kellik, menopoz gibi hayatın doğal akışında gerçekleşen olayları topluma bir hastalıkmış gibi yansıtırsınız. Hastalık icat etmek derken bunları kastediyorum. Belki duymuşsunuzdur, yakında köpeklere de anti-depresan yazacaklar!
Aslında, hastalık denen çoğu şey yaşam biçimimizi değiştirerek düzeltilebilir. Bu nedenle, alışkanlıkların hastalıklara sebep olabileceğini veya hastalıkları düzeltebileceğini devamlı vurguluyorum. Bizi ilaçlar değil, kötü alışkanlıklarımızı değiştirmek iyileştiriyor. Hayatımızdaki en iyi alışkanlık ise, ilaç endüstrisinin ürettiği tüm ilaçlardan uzak durma olabilir.
Bu ilaçların nelere sebep olduğuna kitabımda da yer verdim. İnsanların sağlığına en çok zarar veren şeyler ilaçlar ve çocuk-yetişkin herkesi ilaç bağımlısı olmaya zorlayan doktorlardır.
Ama hastalıkları tedavi eden ilaçlar da var. Mesela antibiyotikler…
Evet, antibiyotikler enfeksiyonları tedavi eder. Bu hemen hemen doğru. Antibiyotikler kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlar. Fakat antibiyotik kullanımı başka enfeksiyonlara sebep olur. Uzun vadede, insan eliyle üretilmiş olan antibiyotikler daha güçlü ve daha ölümcül bakterilerin üreyebileceği bir ortam oluşturur. Bu durumda, buna tedavi demenin imkânı yoktur. Kaldı ki, geleneksel Çin tıbbı, binlerce yıldır bakteri ve virüs kaynaklı enfeksiyonları başarıyla ve çok ucuz yöntemlerle zaten tedavi ediyor.
İsrail dünyayı nasıl yönetiyor?
Tür: DERİN HABER
Dünyanın en önemli üniversitelerinden Harvard Kennedy School of Government`ın dekanı Stephen Walt ve Chicago Üniversitesi`nden John Mearsheimer, özgürlükler ülkesi ABD`de söylemeye korkulanı yazmaya kalktı. Ancak beklemedikleri bir tepkiyle karşılaştı. İkili, 83 sayfalık makalede İsrail`in Amerika`yı her alanda ablukaya aldığını ve Amerikan yönetimlerinin İsrail`in çıkarına olmayacak hiçbir eyleme imza atamadıklarını kaydetti. Ve kıyamet koptu… Harvard tepkilere dayanamadı ve logosunu rapordan çıkardı. Walt`ın Haziran`da görevi bırakacağı açıklandı. Olay Kongre`ye taşındı. Amerikalı Senatörler, makaleyi sert bir dille eleştirdi. İsrail lobisinin Amerika`ya yön verdiğini anlatan rapor, uzmanları doğrularcasına yerden yere vuruldu. İşte ABD`yi karıştıran rapor:* 1973 Arap-İsrail Savaşı`nın ardından ABD, İsrail`e hiçbir ülkeye yapmadığı kadar yardım yaptı. Her yıl İsrail`e 3 milyar dolar yardımı sürdürüyor. Yani her İsrailli`nin cebine yılda 500 dolar koyuyor.
* İsrail`e yönelen terör Amerika için tehdit oluşturmuyor. Aksine El Kaide İsrail`in dostlarını hedef alıyor. Yani terörle savaşta İsrail`in dostluğu yarardan çok zarar…
* İsrail`in nükleer gücü diğer ülkeleri de bu amaca yöneltiyor.
* ABD`nin en güçlü ikinci lobi grubu AIPAC bir “de-facto İsrail casusu” olarak faaliyet gösteriyor.
* Yönetimdeki birçok isim (Libby, Wolfowitz…) İsrail yanlısı.
* ABD nüfusunun yüzde 3`ünü oluşturan Yahudiler, Demokratlar`ın kampanya gelirlerinin yüzde 60`ını sağlıyor.
* Önemli basın organlarında 61 İsrail yanlısı yazar varken, İsrail karşıtlarının sayısı 5`te kalıyor. CNN`de İsrail`i eleştiren haber çıktığında 6 bin protesto maili yağıyor.
* Irak Savaşı`nın kritik sebeplerinden biri İsrailliler`in o dönemde Cheney`i pres altında tutmaları oldu.
* Durum böyle olunca ABD halkının yüzde 73`ü tarafsızlık istese de yönetimler İsrail`in güdümünde hareket ediyor. ABD eğer İsrail`e prim tanımaya devam ederse Irak`tan sonra sırada İran ve Suriye olacak.
Çalışmaya Yahudi lobisinin yaylım ateşi gecikmemişti. Harvard`ın ünlü avukatı Alan Dershowitz, makaleyi `cahil propagandası` diye niteleyip karşı makaleyle yanıt vereceğini duyurdu. New York`lu Demokrat Kongre üyesi Jerrold Nadler, yazarları `her yatağın altında Yahudi komplosu aramakla` suçladı. New York Sun, makale bulgularını İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad`ın Yahudi karşıtı sözleriyle kıyasladı. Walt ile Mearsheimer ise çalışmanın arkasında durup tartışılmasından memnuniyeti dile getirdi.İki yazarın ABD`de basacak yayınevi bulamayıp geçen hafta London Review of Book`un yayımladığı eseri, Yahudi lobisinin, siyasiler, gazeteciler ve akademisyenlerden oluşan ağı kullanarak Amerikan dış politikasını `manipüle ettiği` tespiti üzerinde yükseliyor. Yahudi lobisinin, Başkan George W. Bush`a Irak savaşı kararı aldırtan, İran ve Suriye`de rejim değişikliğine yönlendiren kilit faktör olduğu görüşü vurgulanıyor. Amerika-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi`nin (AIPAC) en güçlü örgütlerinden biri olduğu Yahudi lobisinin, ABD`nin Ortadoğu siyasetini sadece İsrail`i korumaya odaklayarak tehlikeli çatışmalara sürüklediği uyarısı yapıyor. Çarpıcı tespitler şöyle:
`ABD, İsrail`i eleştiren 32 BM kararını veto etmiştir. İsrail`e her yıl 3 milyor dolar yardım yapıp her İsrail vatandaşının cebine 500 dolar koyuyor. ABD, İsrail`e NATO`dan esirgediği istihbaratı verip nükleer silahlarına göz yumuyor. İsrail, ABD için stratejik değerde olsa ve İsrail`e destek için ahlaki gerekçe bulunsa, bunlar anlaşılır olur. Oysa İsrail, stratejik açıdan ABD`nin `sırtında yük`. ABD`nin Arap dünyasıyla ilişkileri zedeleniyor, Usame bin Ladin gibiler cesaretleniyor, ABD terörizmin hedefi oluyor. İsrail sadık bir müttefik değil, ABD`ye karşı casusluk yapan devletlerin başında geliyor. Bir Yahudi devleti olarak 1.5 milyonluk Arap kökenli vatandaşına ikinci sınıf muamele yaparak Amerikan değerleriyle uyuşmuyor, Filistin sorununda ABD`ye verdiği sözleri tutmuyor. ABD`nin İsrail`e desteğinin tek açıklaması, Yahudi lobisinin rakipsiz gücü.`
`Yahudi lobisi, medya ve bankacılık sektörünü elinde tutuyor, Hollywood`dan New York Times ve Wall Street Journal`ın yönetimine ve hükümet politikalarının belirlenmesinde büyük etkisi olan Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü, ABD`nin eski İsrail Büyükelçisi Martin Indyk`in başında bulunduğu Brookings Enstitüsü, Ortadoğu Politikası için Saban Merkezi gibi düşünce kuruluşlarına hükmediyor, Kongre`de İsrail`i eleştirenleri antisemitizmle suçlayıp tekrar seçilmelerini engelliyor.` Yahudi lobisi, `Kongre`yi sıkboğaz etmeyi hedefleyen yabancı bir hükümetin de facto (fiili) temsilcileri` diye niteleniyor.
(Vatan ve Radikal Gazetesi, 2006)
ADD nin ilginç bağlantıları
Tür: DERİN HABER
Atatürkçü Düşünce Derneği son dönemin en önemli toplumsal mühendislik merkezlerinden biri haline geldi. İşte ADD’nin Neocon bağlantıları dahil derin analizi…
Atatürkçü Düşünce Derneği’ni (ADD) Münci Kapani, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Muammer Aksoy gibi bilim insanları kurdu. Kısa sürede Türkiye’nin en etkili derneklerinden birisi haline geldi. Ancak şimdi adı darbe iddiaları ile gündeme gelen isimlerin eline geçti.
Chironicle Dergisi’nden Arkın Tepeli’nin haberi:
Michael Rubin adını duydunuz mu? Ya da Harold Rhode? Bu iki ismi duymadıysanız bile Richard Perle ismine aşinalığınız mutlaka vardır. Hani isminin başına “Karanlıklar Prensi “Soluk soluğa sıfatı getirilen kişi. Bu üç isim de Tür medyasının sık sık görüşlerine başvurduğu ABD’li stratejistler. Aslında yaptıkları danışmanlık. Ama Türkiye’de her gün örneklerini televizyonlarda gördüğümüz stratejistlere daha çok benziyorlar.
Son dönemde bu üç isim arasında en çok öne çıkanı Michael Rubin. Kâh Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesini savunuyor, kâh ABD’nin PKK’ya silah verdiğini söylüyor. Türkiye’de yaşanan PKK terörünü bitirmek için ise harika bir önerisi var: Mesut Barzani’yi yakalayıp Türkiye’ye getirmek ve Abdullah Öcalan ile birlikte İmralı’da hapsetmek. Bir nevi ABD’li Yiğit Bulut.
Bu yazıları da Türkiye-ABD ilişkilerinin darboğazda olduğu, Türk kamuoyunda milliyetçi histerinin ayyuka çıktığı Dağlıca Baskını’nın hemen ardından kaleme aldı. Allahtan Michael Rubin’i ne Türkiye’deki karar odakları, ne de ABD’li karar vericiler ciddiye almadı. Peki Rubin’in Türkiye sevdası, PKK düşmanlığı nereden geliyor? Niye ABD’li bir danışman Türkten fazla Türk kesilip, ahkâm kesiyor? Hem de ülkesinin resmi politikasının dışına çıkarak yapıyor tüm bunları.
Gerçi Türkiye’de Michael Rubin oldukça itibar görüyor. İstanbul’da Harp Akademileri’nde yapılan toplantının flash konuğuydu geçen yıl. Türk basınının ise yıldızı. Ne dese, ne yazsa mutlaka alıntılanıyor. Görüşleri ABD’nin resmi devlet politikaları üzerinde hiçbir ağırlığı olmasa da Rubin’i bu kadar değerli kılan bir şeyler olmalı.
Hem Rubin, hem de Harold Rhode ve Richard Perle, Türkiye’de değerli dostlara sahip. Bunların başında Aydan Kodaloğlu gelmekte. Kodaloğlu, öyle çok ortalarda görünmeyi seven bir isim değil. Ankara’da Ak Grup isimli bir danışmanlık şirketi var. ABD’li silah ve petrol devlerinin Türkiye’de temsilciliğini yapıyor. Katıldığı uluslar arası sempozyumlarda kendisini tanıtırken Kürt Yahudisi olduğunu belirtmeden geçmiyor. İkbal hırsı ile yanıp tutuşan politikacıların bir numaralı dostu, rahmetli Turgut Özal’ın danışmanlığını yapmış bir isim. Arşivleri araştırdığınızda İlhan Kesici ve Melih Gökçek ismi sık sık Aydan Kodaloğlu ile ortak kullanılmış. Yani her iki politikacı da bir dönem temasta bulunmuş Kodaloğlu’yla. Kodaloğlu’nun uluslar arası bağlantılarının, Türkiye’deki dostluklarının muhafazakar-milliyetçi politikacı ilhan Kesici’nin, 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesinde CHP’ye geçişinde bir etkisi olmuş mudur? Olası CHP-MHP koalisyonunun kotarılmaya çalışıldığı bir dönemde bu dikkati çeken transfer, koalisyonun ön hazırlığı mıdır? Elbette bilmek zor.
Kodaloğlu gücü seven bir isim. Ankara’da elbette çevresi sadece siyasilerle sınırlı değil. 28 Şubat sürecinde en çok birlikte olduğu kişi Em. Org. Çevik Bir’di. Dönemin kudretli “İkinci Başkanı” ile yedikleri-içtikleri ayrı gitmiyordu. Kodaloğlu, dostları Harold Rhode, Michael Rubin, Richard Perle gibi isimleri de sık sık askerlerle bir araya getiriyordu. Üzerinden on yıl geçse de Kodaloğlu-Bir ikilisinin dostlukları devam ediyor. Ama Kodaloğlu sadece geçmişe takılıp kalan bir isim değil elbette. Hudson Senaryosu’nun konuşulduğu günlerde Org. Ergin Saygun-Aydan Kodaloğlu görüşmeleri de Türk medyasında yeraldı.
Rhode, Perle ve Rubin üçlüsünün İstanbul’a geldiklerinde tercih ettikleri otel Ritz Carlton. Hani şu Gökkafes adı verilen, Dünya Mimarlık Kongresi’nde çevresindeki yapılarla en uyumsuz eser seçilen otel. Dolmabahçe’de, İnönü Stadyumu’nun hemen arkasındaki gökdelen. Yapımı için ilçe sınırlarının değiştiği dev plaza. Bu plaza Süzer Ailesi’nin.
Turgut Özal’ın ilk iktidar yıllarından itibaren yıldızı parlayan bir isim Mustafa Süzer. O dönemde hem başbakan Özal’a yakınlığı, hem de Hac’ca gidişi ile dikkatleri çekmiş, gazetelere haber olmuştu, “Hac’ca giden Alevi işadamı” başlığıyla. Allah Süzer’e, “Yürü ya kulum” demişti. O da eline geçen fırsatları iyi kullanmıştı. 90′lı yılların ortalarına gelindiğinde Mustafa Süzer’in ismi banka patronları arasında sayılıyordu. Kentbank’ın sahibiydi. Bu saltanat 2001 Krizi’ne kadar sürdü. Süzer’in elinden bir gecede bankası gitti. Ticari itibarı müthiş darbe aldı. Ancak Süzer kolay pes edecek bir isim değildi. Sonuçta artık adı bile kalmayan bankasını geri alabilmek için Danıştay’a açtığı tüm davaları kazandı. Ancak TMSF, Kentbank’ın sahibine geri verilmesinin mümkün olmadığını, bankanın varlığının ortadan kalktığını açıkladı.
Mustafa Süzer’in bu dönemde davalarını takip eden, dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun oğlu Murat Aksu’ydu. Televizyoncu Tuncay Özkan ile psikolojik harbi Türkiye’ye getiren isim olarak bilinen Zekai Ökte de, Süzer’in dostları arasında sayılıyordu. Tam bu dönemde oldukça ilginç başka gelişmeler de oldu. ABD basınında başını Harold Rhode ve Michael Rubin gibi Neoconların çektiği bir grup yazarın Ak Parti iktidarı karşıtı yazıları çıkmaya başladı. Ak Parti iktidarı İslamofaşist bir iktidardı. Yandaşlarını koruyabilmek için laik kimlikli işadamlarının bankalarına el koyuyordu. Hatta bununla da yetinmiyor, bu işadamlarının üçüncü, dördüncü kuşak akrabalarının bile varlıklarını elinden alabiliyordu. Bu yazıların hemen ardından da ABD’li altı senatörün yazdığı bir mektup TBMM’ne ulaştı. Bu senatörler el konulan Kentbank’ın sahibine iadesini istiyordu. Bir banka davası Türkiye’nin daha doğrusu Ak Parti iktidarının karşısına uluslar arası bir sorun olarak çıkartılıyordu. Ak Parti’nin zaten varolan imaj problemini, ABD’nin önemli gazeteleri üzerinden uluslar arası kamuoyu nezdinde gündeme taşıyordu. Ama neyse ki bu yapılanları kimse ciddiye almadı o günlerde. Olan yine havaya giden milyonlarca doların sahibine oldu.
Bütün Süzerler, Mustafa Süzer gibi talihsiz değil. İşler ne kadar tersine giderse gitsin, buna çok aldırmayanlar da var. Cennet Süzer onlardan biri. Mustafa Süzer’in kardeşi ve Enci Tezer’in ya da yeni ismiyle Enci Velidedeoğlu’nun annesi. Anne-kız ikisi de sosyetenin gözdesi. Enci Tezer, ünlü bir modacı, Cennet Süzer ise hem holding yönetim kurulu üyesi, hem de okuma aşkına karşı koyamayan, altmış yaşında üniversiteye giden bir öğrenci.
Enci Tezer, kısa bir süre önce Alinur Velidedeoğlu ile evlendi.
Velidedeoğulları da en az Süzer ailesi kadar ünlü. Dede Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, hukukçu ve yarım asırlık Cumhuriyet yazarıydı. Günümüzün en etkin sivil toplum örgütlerinden Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) de kurucusuydu. Bahri Savcı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Münci Kapani gibi her biri Türkiye’nin önde gelen aydınlarından oluşan bir grupla ADD’yi kurdu.
Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok, aktif laik tutumlarını hayatlarını kaybederek ödedi. Her iki bilim insanı da 1990′lı yılların başında siyasi suikaste kurban gitti. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da ömrünün sonuna kadar, Türkiye’nin laik yaşam tarzını savunmak için ADD’de aktif görev aldı. Ancak şimdi bu dernek, isimleri bir şekilde intihal, suistimal ve darbe iddiaları ile anılan kişilerin elinde. İsterseniz kısaca bir göz atalım derneğin şimdiki aktif isimlerine.
ADD’nin başkanı Şener Eruygur. Emekli orgeneral, Jandarma Genel Komutanı. Ancak aktif siyasetle ilgilenmiyorsanız veya gazeteci değilseniz Eruygur’un adını geçen yıla kadar bilmeniz mümkün değildi. Jandarma Genel Komutanlığı görevinden emekli olmuş, sıradan bir isimdi. Ne zaman ki Nokta dergisi, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Em. Ora. Özden Örnek’in günlüklerini ortaya döktü, o zaman tüm Türkiye, Eruygur’un marifetlerini bir bir gördü.
Meğerse Eruygur Paşa, Sarıkız ve Ayışığı adını verdiği iki darbe girişiminde bulunmuş. Her iki girişimde sonuçsuz kalmış.
Sarıkız ve Ayışığı’nın gerekçesi de hazırmış; Kıbrıs’ı satmak! Paşa’ya göre Birleşmiş Milletler’in hazırladığı Annan Planı’na evet demek Kıbrıs’ı vermekle eşanlamlı. Kıbrıs’ın sosu da hazır: İrtica. İşte şimdi Eruygur Paşa, ADD’nin başında. ADD’yi hem bir sivil toplum kuruluşu olarak takdim ediyor, hem de askerlikte yapamadıklarını dernek çatısı altında hayata geçirmeye çalışıyor. Bir de darbe planının adına, Sarıkız’a mim koyup geçelim.
Geçelim geçmesine ama isterseniz bir anekdotu atlamayalım: 3 Mart 2004 tarihini. O gün hilafetin kaldırılışının yıldönümüydü. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin koordinatörlüğünde, Ankara Ticaret Odası’nın toplantı salonunda, konuyla ilgili tören yapılmıştı. O törene dönemin Genelkurmay Başkanı Em. Org. Hilmi Özkök dışında bütün kuvvet komutanları katıldı. Em. Ora. Özden Örnek, Em. Org. Aytaç Yalman ve Em. Org. Şener Eruygur toplantının şeref konuğuydu. Hava Kuvvetleri Komutanı Em. Org. İbrahim Fırtına ise bir uçak kazası nedeniyle toplantıya katılamamıştı. Toplantının öğleden sonraki bölümüne ise Kıbrıs’ın eski cumhurbaşkanı Rauf Denktaş davetliydi. Toplantı sonunda Ulusal Uyanış ve Birlikteliğe Çağrı başlıklı bir bildiri okundu. Buna göre tüm Ulusalcı gruplar tek çatı altında toplanmaya davet ediliyordu.
Ankara kulislerine sızan bilgilere göre bu organizasyonun arkasında hep bildik isimler vardı; MGK Genel Sekreteri Em. Org. Tuncer Kılınç, Em. Tuğg. Kadir Ali Esener, Doğu Perinçek, Haydar Baş, Durmuş Ali Özoğlu, Kemal Ermetin, İlhan Selçuk ve Ergenekon Terör Örgütü Davası’nın tutuklu sanığı Ergün Poyraz. Perdenin önündeki isim ise ADD Genel Başkanı Ertuğrul Kazancı’ydı. Kazancı o gün yaptığı hizmetlerin karşılığını, dernek başkanlığını kaybederek aldı.
ADD’de gözümüze çarpan bir diğer isim Ali Rıza Selmanpakoğlu. Selmanpakoğlu da emekli bir paşa. 28 Şubat sürecinin en ateşli isimlerindendi. Burdur’da komutanlığını yaptığı tugayda her konuştuğu, her yaptığı ertesi gün tüm gazetelerde yeralıyordu. Ali Rıza Selmanpakoğlu, Burdur’da savaşım verirken, kuzeni Ali Naki Selmanpakoğlu da, Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde irticacıları temizlemekle meşguldü. Diğer kuzen Muharrem Sarıkaya, akrabalarının yaptıklarını Hürriyet gazetesinde haberleştirdi koca bir süreç boyunca.
Fatma Nur Serter, Necla Arat gibi radikal laikler de şimdi ADD’nin içinde. Cansiperane laikliği korumak için savaşmakta. Arat’ın üniversitede intihalden mahkum olması, Serter’in bir tarikat dergisinde eskiden yazılar kaleme alması hiç önemli değil ADD yöneticileri için. Ne de olsa Arat bizden biri. Serter ise Nakşibendi, Rufai ya da Aczmendi değil. Bir Hristiyan tarikatınin yayın organı, Sevgi Yolu dergisinde spiritualist yazılar kaleme aldı. Zaten bunları kendisi de inkar etmiyor. Tıpkı üniversiteye ödettiği kişisel faturaları gibi. Onların böyle bir takıntıları yok
|
|
|
|