GiRAY ERDOGAN net
Ana Sayfa
Genel kultur
ilginc buluslar
Siyasi Sohbetler
=> Siyasi bilgiler
=> Siyasi Bilgiler 1
=> Siyasi Bilgiler 2
=> Siyasi Bilgiler 3
=> Siyasi Bilgiler 4
=> Siyasi Bilgiler 5
=> Siyasi Bilgiler 6
=> Siyasi Bilgiler 7
=> Siyasi Bilgiler 8
=> Siyasi Bilgiler 9
=> Siyasi Bilgiler 10
=> Siyasi Bilgiler 11
=> Siyasi Bilgiler 12
=> Siyasi Bilgiler 13
=> Siyasi Bilgiler 14
=> Ask ERBABI
=> Ataturkten harika bir ders
Anketler
Bilim arastirma
MEDİCAL
GALERi
Siyasi Bilgiler 12

İsrail ajanı Jonathan Pollard

ajan-jonathan-pollard.jpgJonathan Pollard: ABD donanma istihbaratında İsrail için casusluk yapan bir Siyonistti. Pollard’ın casusluk olayı, İsrail’in Amerikan istihbarat sırlarını almak için giriştiği çabanın bir göstergesidir. Jonathan Pollard, İsrail için casusluk yapan, Birleşmiş Milletler Denizcilik İstihbarat Servisi’nde bir memurdu. 31 yaşındaki Amerikalı, Washington’daki İsrail Büyükelçiliği’ne sığınmaya çalışırken, FBI tarafından yakalandı. Bu, iki müttefik arasındaki ilişkilerde gerginliğe sebep oldu.

Raporlara göre İsrail, Amerikan istihbaratının İsrail ve Arap ordusunun çalışmalarıyla ilgili bilgilerini detaylı olarak biliyordu. Operasyon, Başbakanın istihbarat danışmanı Rafael Eitan’ın kişisel emirleriyle yürütüldü. Eitan, Ariel Şaron’a politik olarak çok yakındı… Resmi yetkililer şüpheleniyorlardı, çünkü meslektaşları Pollard’ı çeşitli dökümanları ofisin dışına çıkarırken görüyorlardı.” (Middle East International, Ocak 1986)

“FBI yöneticisi Raymond W. Vannal, FBI’ın Amerika’da yaşayan en az bir düzine ajanın İsrail’e bilgi sızdırdığını bildiğini söylüyor. Pollard birçok defa Pentagon’dan kutularla bilgi çaldı. Pollard bilgileri Siyonist Albay Avrem Sella’ya veriyordu. Pollard askeri bilgileri elde ettikten sonra Paris’e gitti, orada onu ünlü Mossad ajanlarından Rafael Eitan ve Sella karşıladılar… İsrail Konsolosluğu’nda çalışan Joseph Yagur da, Pollard’ı besleyenlerdendi. Pollard, geri götürülmesi gereken dökümanları fotokopisi çekilmek üzere, İsrail Konsolosu Sekreteri Irit Erbin’in Washington’daki apartman dairesine götürüyordu.” (Middle East International, 13 Haziran 1986)

“Pollard Washington’a dönünce 3 haftada bir ABD askeri merkezinden bilgi çaldı. Diğer sonbaharda Pollard İsrail’e lüks bir gezi yaptı. Jonathan adına bir pasaportla yolculuk yapıyordu. Olay ortaya çıkınca İsrail, ABD’den özür diledi. Dönemin Dış İşleri Bakanı Yahudi George Schultz özürü kabul etti. Olay hükümet tarafından örtbas edildi. Binlerce belge çalındığı halde, 163 tanesini geri getirdi.” (They Dare to Speak Out, Paul Findley, sf.334)

Pollard olayını düzenleyenler ise İsrail tarafından ödüllendirildiler:

“Pollard casusluk olayında rol oynayan iki İsrailli ise çok önemli görevlere getirildi.” (They Dare to Speak Out, Paul Findley, sf.334)

“İsrail hükümeti kendileri için ajanlık yapacak olan Pollard’ı işe alanları ödüllendirmeyi üzerine almıştı.” (Middle East International, 13 Haziran 1986)

“Bu tarihi raporlar, İsrail’in geçmişte yaptığı tüm denemelerin affedildiğini gösteriyor. 1979 CIA raporuna göre İsrail’in en önde gelen istihbarat adamları olaylardan sıyrılmıştı.” (Middle East International, 13 Haziran 1986)

“64 kişilik haham komitesi Pollard’ı ziyarete gidiyor.” (Jerusalem Post, 5 Aralık 1992) “Milyonlarca Yahudi Pollard’ın hapisten çıkması için Beyaz Saray’a mektup yazdı.” (Jerusalem Post, 21 Kasım 1992)

“Jonathan Pollard’ın serbest bırakılması için kurulan İsrail Halk Komitesi’nin Başkanı Amnon Dror, Bush’un görevinden ayrılmasından önce Pollard’ın bırakılmasını istedi.” (Jewish Bulletin, 18 Aralık 1992)

İsrail’in Başhahamı Mordechai Eliyahu da Pollard’ı hapishanede ziyaret edenler arasındaydı. (yanda)

“İsrail Devleti’nin Başhahamı Mordechai Eliyahu, Pollard’ı ziyaretinde onu kutsayarak, kendisine bir siddur verdi.” (Washington Jewish Week, 19 Mart 1992)

İsrail”in niçin böyle bir operasyon düzenlediğini, Başkan Reagan’ın şu ifadesi gözler önüne sermektedir:

“İsrailli casusun 21 Kasım’da Washington’da yakalandığını duyduğunda, Başkan Reagan, hükümet sekreterine dönerek sordu ‘Neden bunu yapıyorlar?’. İsrail sadece sormakla öğreneceği bilgiler için neden Pollard’ı kullanarak çalmıştı?” (Middle East International, 25 Temmuz 1986)

Mossad’ın böyle bir operasyon düzenlemesinin nedeni, kendi müttefiklerine bile yaptığı güç gösterisi alışkanlığıydı.

Mossad Pollard Yöntemini Daha Önce de Uygulamıştı

Mossad, müttefiklerini bile oyuna getirme yöntemini daha başka olaylarda da uygulamıştır. Bir güç gösterisi olan bu operasyonlar aynı zamanda gerçek “patron”un kim olduğunu hatırlatmak amacıyla tekrarlanmıştır:

“1979′da ABD’nin İsrail Büyükelçisi Andrew Young, FKÖ’yle resmi olmayan bir buluşma ayarlamaya çalışırken telefonları dinlendi…

1980′de Washington Post köşe yazarlarından Jack Anderson’un açıklamasına göre ABD Hava Kuvvetleri istihbaratının yardımcı müdürü Joseph Churba gizlilik konusundaki temizliği kaybetti. Churba, Reagan’ın danışmanıydı…

Diğer bir İsrail istihbarat olayı da 1978′de gerçekleşmiştir. Dış İlişkiler Senatosu’nun komitesindeki bir yaver olan Stepen Bryen, sözde Arap ordusu hakkındaki Pentagon’un bilgilerini İsrail resmi yetkililerine sunmuştu. FBI bu konuda araştırma yaptı, Adalet Bakanlığı da yaptı ama sonuçsuz kaldı…

Aynı şekilde 1960′ların ortalarında CIA ve FBI’ın yaptığı bir araştırma da sonuçsuz kalmıştır. Mossad 200 ton plutonyumu Pennsylvania’daki üretim merkezinden başka bir yere aktarmıştı. Merkezin sahibinin New York’taki İsrail Büyükelçiliği’yle yakın bağlantısı olduğu öğrenildi.” (Middle East International, Ocak 1986)

“Amerikalı yazar Seymour Herch’e göre bu nükleer fabrika kanunsuz kurulmuştu. İsrail hala bu casusluk ve istihbarat operasyonlarına Amerika’da devam etmektedir.” (Middle East International, Ocak 1986)

Mossad Ajanı Vanunu, İsrail’e İhanet Etti mi?

1986 yılında tüm dünyada yankı uyandıran bir olay gerçekleşti. İsrail’den kaçan bir teknisyen, bir İngiliz gazetesine İsrail’in dev bir nükleer santral inşa ettiğini ve burada çok sayıda nükleer silah ürettiğini açıkladı. Söz konusu reaktör, Negev Çölü’ne kurulmuş olan Dimona Nükleer Santrali idi. Dünyanın en büyük birkaç nükleer santralinden biri olan Dimona’nın haberini veren kişi ise, bir hahamın oğlu olan İsrail’e 8 yaşında yerleşmiş Vanunu idi:

“Bir hahamın oğlu olan Vanunu nükleer teknisyen olarak çalışmış ve radikal politikaya sürüklenerek İsrail’in Komünist Partisi olan Rakah’a girmiştir.” (Newsweek, 10 Kasım 1986)

Vanunu’nun Dimona reklamını yaptığı The Sunday Times, “İsrail’in Nükleer Sırları Açıklanıyor” başlığı ile çıktı.

Olay gerçekten bu kadar basit miydi? Vanunu, İsrail’e gerçekten ihanet etmiş miydi?

“The Sunday Times, Dimona’daki İsrail’in nükleer programından bahsettiğinde bütün gözler bu sırları açıklayan Vanunu’ya çevrildi. İsrailli teknisyen Vanunu İsrail’in sadece nükleer silah üretmeyi bildiğini değil, bunu ürettiğini gösteren fotoğraflar ve belgelere sahipti. Bu rapor pek çok cevaplandırılması gereken soruyu da beraberinde getirdi.
Mossad ajanı Vanunu

Vanunu’yu bu bilgileri açıklamaya iten hareket noktası neydi ? Neden ihanet etmişti? Binaya kamerayı nasıl sokmuştu ve yakalanmadan 60 fotoğrafı nasıl çekmişti? Belki bunu yapmasına izin verilmişti. Neden Vanunu gerçek bir güvenlik araştırması yapılmadan Dimona’da işe başlatılmıştı? Ve neden Vanunu birdenbire en hassas yer olan radyoaktif ayrıştırmaların yapıldığı ve bombanın hazırlandığı Machon II’de çalıştırılmaya başlanmıştı?

Olay patlak verdikten kısa bir süre sonra, İsrail’deki bir günlük gazete olan Haaretz başyazısında artık süper güçlerin dışarıya uydurma haber taşıyanları kullanmaktan kaçındıklarını yazmıştı. Fakat Mossad kaynaklı bu haber bile Vanunu olayından şüpheleri uzaklaştıramadı. Alevlenen bölgesel tahminlere göre o sahte muhbirdi. Vanunu’nun hem birdenbire haber olması, hem de ortadan kaybolması, her ikisi de çok tuhaftı. Onca plan yapıp fotoğrafları kaçıran biri için hikayesini bastırmak için yaptığı girişimler çok acemiceydi. Bütün aksi iddialarına rağmen kendi kişisel güvenliği konusunda çok gevşekti. Birçok kişi onun bir hikayesi olduğunu biliyordu ve bunu açıklayabilirlerdi. Bu olay olmadan evvel Londra’daki İsrail Konsolosluğu’na Dimona’da görevli kişilerin tanıtılması için pasaportunun kopyası yollanmıştı. Orada başka insanlarla bağlantı kurması imkansızdı. Fakat The Sunday Times ona erişmişti. Vanunu İsrail’in nükleer gücünü ortaya çıkarmıştı. Bu bir kaza mıydı yoksa önceden mi hazırlanmıştı? Tabii ki Vanunu’nun herşeyi bilmesi gerekmezdi, ama tahmin edilebilecekler dışında bir şey açıkladığı da söylenemez.” (Middle East International, 7 Kasım 1986)

Amaçlı Sızıntı

The Sunday Times’da yayınlanan bu makale İsrail’in, Batı’daki istihbarat servislerinin 15 katı kadar olan 200′e yakın nükleer savaş başlığına sahip olduğunu bildirilmiş, bu hikayeyle ilgili fotoğrafların Güney İsrail’deki Dimona nükleer yerleşim yerinde çekildiği söylenmişti. Gazete kaynağının Mordechai Vanunu isimli 32 yaşında, 10 yıl Dimano’da çalışmış, İsrailli bir nükleer teknisyen olduğu belirtildi.

Makalenin yayımlanmasından sonra Vanunu, Londra’da gözden kaybolmuştu. Raporlara göre Vanunu, İsrail istihbarat teşkilatı Mossad tarafından kaçırılmış ve devlet sırlarını açıklamak suçundan yargılanmak üzere İsrail’e götürülmüştü.

“Vanunu olayı, bazı İsraillilerin bu olayın İsrail’in askeri gücünü düşmanlara karşı ispatlamak üzere hükümetin planının bir parçası olduğuna inanmalarına yol açtı.” (Newsweek, 10 Kasım 1986)
İsrail, nükleer gücünü göstermek için sergilediği Vanunu olayını beyaz perdeye de aktardı. “Secret Weapon” adlı film bunun örneklerinden.

“Bazı kaynaklar, The Sunday Times’a yapılan açıklamanın İsrail tarafından sızdırıldığını ve böylece İsrail’in gözdağı vermeyi amaçladığını iddia etti.” (Tercüman, 21 Ekim 1986)

“Vanunu sonrası çıkan skandal İsrail gizli servislerinin Arap ülkeleri karşısında İsrail nükleer gücünü daha caydırıcı göstermek için yapılmıştı. Bu tez İsrail için çok iştah açıcıydı. Çünkü İran-Irak Savaşı’na baktığımızda çok büyük bir potansiyel açığa çıkıyordu. Bunlar İsrail için yeni bir tehditti. Mossad atom bombası gücünü kanıtlamak için böyle bir senaryo planlayabilirdi. Zaten Shin Beth’in (İsrail İç Güvenlik Servisi) Vanunu’nun yaptıklarını anlamamış olmasına kimse inanmadı.” (Israel Ultra Secret, Jacques Derogy-Hesi Carmel, sf.66)

Espionage dergisi de Vanunu’nun Mossad için çalıştığını veya Ortadoğu politikasında bir piyon olarak kullanıldığını belirtiyor.

“Mordechai Vanunu, İsrail’de bir yerlerde iyi korunan bir hücrede. İsrail gizli servisi adına iş yapmış olan Vanunu’nun durumu bugün çok karışık bir sır.

Vanunu söylentiye göre politikada sol görüşe sahip biri ve Filistinlilere sempati duymaya başladı. Bunu gizlemedi de. İlk sır burada ortaya çıkıyor? Böyle bir politikaya sahip olan Vanunu’nun İsrail’in en gizli nükleer araştırma bünyesi olan Dimona’da çalışmasına nasıl izin verildi? Yalnızca çalışmasına izin verilmekle kalınmayıp gizli silah yapımı için bir araştırmacı teknisyen olarak da nasıl görev aldı?

Vanunu’nun bu açıklamaları öncesinde Suriye, İsrail’e karşı askeri bir harekat düşünüyordu. Vanunu’nun açıklamalarının Suriye’nin hareketlerini kısıtlamak için İsrail’in özel bir planı olduğunu söylemek mantıksız değil. Vanunu’nun The Sunday Times’a verdiği fotoğrafların çabuk çekildiği düşünülürse kalitesi biraz fazla kaçıyordu? Hergün çekilen değişik askeri tesisat resimlerini andırıyordu. Bu yüzden Vanunu Mossad için çalışıyordu veya Ortadoğu politikasında bir piyon olarak kullanıldı. Söylenti bitmiyordu. Vanunu Avustralya’ya giderken Moskova’da durmuştu. Diğer durduğu durak da Bangkok’du. İsrailli müfettişlere göre ise Vanunu transit bir yolcuydu. Bu iki durakta da Vanunu’nun cebinde mikrofilmler olduğu halde KGB ajanlarına bunu vermemişti. Belki bunu başka merkezlere verecekti. Öyleyse bunları kendi adına mı yoksa Mossad adına mı yapıyordu?

İşler Vanunu’nun İsrail’e geri dönmesiyle daha da karışıyor, sarışın bir kadının Vanunu’yu kandırıp yatla İsrail’e kaçırma hikayesi doğru mu? İsrail’in dediğine göre, Vanunu iki yıldır Dimona’daki bu faaliyetini de kapsayan bir günlük tutuyordu. Bu söylentiye göre Vanunu bir kız arkadaş bulamadığı için intihar edeceğini yazmıştı. Defteri başkasının yazdığı düşünülüyor. Kim ve neden? Yine şüpheler Mossad’da toplanıyor.” (Espionage, Mayıs 1987)

(masonluk.net)

 

Milliyetçi söylevleri ile dikkat çeken Kanaltürk’ün patronu Tuncay Özkan askerliğini nasıl yaptı? 34 yaşında bedelli gittiği askerden 10 gün sonra neden döndü?

Yetişkin bir Türk erkeğinin vatan sevgisinden söz edebilmesi için –sağlık engeli yoksa- askerliğini hakkıyla ve zamanında yapması gerekir. Ancak Tuncay Özkan, herhangi bir eğitim engeli olmadığı halde, Ankara’daki ilişkilerini kullanarak 34 yaşına kadar askerliğini erteletti.

Normalde bir kişinin askerliği geciktirebileceği şartlar belli. Öğrenciliğin devamı ya da askere alım döneminde yaşanan ciddi sağlık sorunları gibi…

Bu iki gerekçe yoksa asker kaçağı yakalanıp, askere cebren götürülüyor.

Ancak Tuncay Özkan’ın ne öğrenciliği devam ediyordu ne de televizyon ekranlarından görüldüğü üzere ciddi bir sağlık problemi vardı. Aksine Tuncay Özkan o dönemde gazeteciliğinin en hızlı günlerini yaşıyordu.

Aşırı milliyetçi ve vatansever açıklamalar yapan, “Cumhuriyet mitingleri” organize eden Tuncay Özkan, 34 yaşına kadar askerlikten bir şekilde kaçtıktan sonra 2000 yılında çıkan bedelli askerlik uygulamasıyla askere gitti.

Bedelli askerlik süresi 28 gündü. Vatan evlatları yurdun dört bir yanında yaklaşık bir ay Türkiye için askerlik yapacaktı. Ancak tesadüfe bakın ki, Tuncay Özkan’a İstanbul çıktı. O, askerliğini Küçükyalı’da yani İstanbul’un göbeğinde yaptı. Yine ilginç bir tesadüf ; çanta gibi yanından ayırmadığı, kardeşi gibi sevdiği, gittiği her kurumda en hayati makama oturttuğu bilinen Kerimcan Kamal da onunla birlikte aynı yerde askerlik yaptı.

Karısının düzenlediği dansözlü partiyle askere uğurlandığı medya dünyasında o günlerde çok konuşuldu.

O dönem Kanal D Haber Merkezi çalışanları rahat bir nefes almıştı. Çünkü çalışanlarına karşı hırçın tavırlar sergilediği bilinen Tuncay Özkan, 28 gün boyunca asker ocağına gitmişti. Haber Merkezi en mutlu günlerini geçirirken, 10 gün sonra büyük bir şok yaşandı. Sabah saatlerinde üzerinde kamuflajla bir asker giriverdi içeriye..

Gençler ne olduğunu anlamaz, yaşı müsait olanlar ise ihtilal oldu zanneder. Ama gelen Tuncay Özkan’dı. Vatan görevini bırakıp gelmişti. Herkes bu gelişi ziyaret olarak düşündü, fakat öyle değildi. Askerliğin geri kalan 18 günü hep haber merkezinde geçti.

“Sabah makam aracı nizamiyeden alıp haber merkezine getirir, akşam da aynı yere bırakır. Türk ordusunda Paşaların bile yapamadığı askerlik Tuncay Özkan’a nasip olmuştur.”

Yani kendi kanalında her gün kahramanlık türküleri yayınlayan, şehit cenazeleri üzerinden vatan sevgisinden söz eden, her fırsatta ülkemizin tehdit altında olduğunu söyleyen Tuncay Özkan için askerlik 10 günde bitivermiştir. Hatta az uyuyup çok çalışmasıyla tanınan Tuncay Özkan, 10 günü nasıl geçirdiğini de askerlik anılarını anlatırken ağzından kaçırıvermiştir; “arkadaşlar ben uyur-gezermişim. Bunu da askerde farkettim. Çünkü ancak orada uyuyabildim. Hatta kalkıp çavuşlara küfür etmişim ama ben hiçbirini hatırlamıyorum.”

(http://www.8sutun.com)

 

Norveç’teki tohum deposunun sırrı

2006 yılında yayınlanan küçük bir haber, kutuplarda bir “tohum deposu”nun inşa edileceğini “müjdeliyordu”. Haber şöyleydi:Norveç, Kutup bölgesi’nde dünyada bilinen tüm tahılların tohum örneklerinin saklanacağı bir depo inşa ediliyor. Grönland’ın doğusundaki Svalbard Adası’nda inşa edilen depoda dondurulacak tohumların, küresel bir felaket yaşanması durumunda, tahıl çeşitliliğini güvenceye alması umuluyor. Tohum bankası Norveç’e eit olsa da 100′ü aşkın ülke projeyi destekliyor ve buraya tohumlarını göndermeye hazırlanıyor.

Deponun temel atma törenine, Norveç’in yanı sıra, Danimarka, Finlandiya, İsveç ve İzlanda başbakanları da katıldı.

Kuzey kutbuna yaklaşık bin kilometre mesafedeki Longyearbyen’deki deponun 2007 Eylül ayında faaliyete geçmesi planlanıyor.

VARAN 1: YUSUF KISSASI VE AÇLIK

Yahudi toplum mimarları Yusuf Aleyhisselam’a ait olan Kura’n’da da Yusuf suresinde anlatılan rüyayı ve sonuçlarını stratejik olarak görüp tatbik yoluna gidecekler. Bu rüyada Yusuf dünyada yedi bolluk ve akabinde de yedi kıtlık yılı olacağını bilmiş, Firavun’u uyarmıştı. Onun uyarıları haklı çıkmış tüm uluslar Mısır melikinin kapısında bir avuç buğday için el pençe olmuştu…

Onlar her ne kadar ilahi mesajları çarpıtsalar da stratejik değerlerini takdir edip kullanıyorlar. Bu kıssa da onlardan biri. Bugünlerde İskandinav ülkelerinden Norveç’te dünyadaki tüm bitkilerin tohumlarının depolanacağı bir “Tohum Üssü”nden bahsediliyor. Bahane de dünya toptan bir felaketle karşılaşırsa yeryüzünde ekilecek ürün tohumu kalmayabilirmiş? Dünya tarihinin neresinde böyle bir olay yaşanmış hayret!..

Aslında bu plan yıllardır Dünya Ticaret Örgütü marifetiyle bir başka şekilde yürütülüyor. Örneğin, Uruguay toplantılarında imzalanan en tartışmalı anlaşmaların başında Ticari Zihinsel Mülkiyet Hakları Anlaşması (TRİP) gelmektedir. TRIP anlaşması tüm üye ülkelerin (134 ülke) kendi kanunlarını DTÖ’nün belirlediği küresel mülkiyet haklarını koruma kanunlarına uyumlu hale getirmelerini şart koşmaktadır.

TRIP anlaşmasına göre genetik olarak değiştirilmiş bitki ve hayvanların patenti alınabilir. Ayrıca, TRIP anlaşması “teknolojik buluş” tanımını düşük bir seviyede tuttuğu için, yerli halkların nesilden nesile uğraşarak zaman içinde geliştirdiği bitkilerin de patent hakları alınabilmektedir ve bu yüzdendir ki uluslararası şirketler dünyanın dört bir yanına uzmanlar yollayarak ticari olabilecek bu tür bitkilerin patent haklarını yerli halklardan “çalmak” peşindedirler.

VARAN 2: BİOTEKNOLOJİ FİRMALARI KİMLERİN TEKELİNDE?

Bunların yanı sıra insan veya hayvan hücre dizilişlerinin veya genlerinin de patenti alınabilmektedir. Kısaca, bu anlaşma ile çokuluslu şirketlerin ticari isim hakları, telif hakları ve patent hakları küresel koruma altına alınmış olmaktadır.

Geleneksel olarak birçok gelişmekte olan ülke, insanlarının temel gıda maddelerini ve ilaçları daha ucuza temin edebilmeleri için bunları ülke içindeki zihinsel mülkiyet hakları kanunları dışında tutmaktaydılar. Artık bu mümkün değil.

Dolayısıyla hükümetlerin halkın temel gıda ihtiyaçlarına ve özellikle de ortaya çıkabilecek sağlık krizlerine müdahale kabiliyeti insafsız bir şekilde sekteye uğratılmış bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler 1999 İnsani Kalkınma Raporu bile TRIP kanunlarının uygulanmasıyla gelişmekte olan ülkelerin tohum ve ilaçları, insanlarına sağlamalarının çok daha pahalıya mal olacağını belirtmektedir. Bugün dünyadaki zihinsel mülkiyet haklarının yüzde 97’si endüstrileşmiş ülke şirketleri veya kişileri elinde bulunmaktadır. (Bu durumda TRIP anlaşmasının ve onu doğuran GATT’ın ve GATT’ın lokomotifliğini yaptığı küreselleşmenin “iyi niyetli” yani herkesin ortak çıkarına olduğu söylenebilir mi?) Gelişmekte olan ülkeler içerisinde bile verilen bu tür hakların yüzde 80′i esasında endüstrileşmiş ülke vatandaşları elindedir.

Tohumların patent altına alınması, çiftçileri söz konusu tohumları kullandıklarında her yıl patent hakkı ödeme zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu durum biyoteknoloji firmalarının gücünü tekelleştirmekte ve tohum stok kontrolünü çiftçilerin elinden alıp bu firmalara vermektedir. Gelişmekte olan ülkeler kendilerine tanınan sürenin sonunda patent haklarını korumak zorunda kalacaklardır, dolayısıyla ya çiftçilerinden gerekli parayı toplayacaklar, ya da kaçak ekilmiş ürünleri imha edeceklerdir, aksi taktirde ticaret ambargosu ile karşı karşıya kalınacaktır.

Sonuçta kartelleşme nedeniyle dünya besin fiyatlarının artması ihtimali doğmaktadır. (IMF’nin ülkemizde dayattığı tarım politikaları, çiftçiye yardımın şeklini değiştiriyor ve aile başı yardım gibi bir kavram getiriyor ve bu da çiftçilerin kayıt altına alınmasını gerektiriyor. Açıktır ki ülkemizde bu yolla kayıt altına alınan çiftçilere, 2005′ten sonra patent haklarını çok daha etkili bir şekilde uygulama olanağı bulacaklar.)

Biyoteknoloji firmaları patent haklarını korumanın bir yolunu da tohumları filiz vermeyen (terminatör tohum) ürünler yetiştirerek buldular. Fakat bunun da tehlikesi böyle ürünlerin geniş olarak kullanılması halinde polenleşme yoluyla bu özelliklerini diğer yerel bitkilere geçirebilecek olmaları. Bu yüzden birçok gelişmekte olan ülke bu terminatör teknolojisine yasak getirdi. Örneğin Hindistan hem böyle ürünlerin ülkeye girişini hem de bu teknolojinin kendi ülkelerinde geliştirilmesini tamamen yasakladı.

VARAN 3: BİYOLOJİK VARLIKLAR ÇALINIYOR

Bir şirket, yerli halkın yüzlerce hatta binlerce yıldır modifiye ektiği bir bitki türünün patentini kendi üstüne alabilir. Bunun için o bitkiyi genetik olarak modifiye ettiğini öne sürmesi yeterlidir, yaptığı modifikasyon bitkiyi anlamlı sayılabilecek bir şekilde değiştirmese bile.

Patent kontrolörleri yeterli tesise sahip olmadığı için şirketin iddiasına dayanarak patenti verir ve sonra iş sivil mahkemelere kalmıştır ki bu konuda mücadele etmek yerli halk için çok masraflıdır. Avustralya’nın Geleneksel Tohum Sınıflama kuruluşu şirketlerin doğal bitkiler için yaptığı 150 patent başvurusunu ortaya çıkartmıştır.

Örneğin 1997′de Teksas’da yerleşik, “Rice Tec” isimli ABD’li bir firma Hindistan’ın geleneksel “Basmati” pirincini çok az değiştirerek patent altına aldı. Hindistan’ın yerel bir bitkisine Amerikan patenti verilmesi (yine bir Amerikan firmasına) Yeni Delhi’de büyük protestolara yol açtı çünkü bu ürün Hindistan için çok önemli bir ihraç kaynağıydı. Her yıl yarım milyon ton Basmati pirinci Avrupa’ya, Amerika’ya ve Ortadoğu’ya Hindistan tarafından ihraç edilmektedir. Hindistan’ın sivil toplum örgütleri ülkelerindeki ABD konsolosluğuna protestolarını şöyle bildirdiler. “Gerçek şu ki, ABD korsanlık yaparak Hindistan’ın ve diğer gelişmekte olan ülkelerin çiftçilerinin, şifacılarının, kabile insanlarının, balıkçılarının zihinsel mülkiyet haklarını ellerinden almaktadır.” TRIP anlaşmasına göre Hindistan bu Amerikan şirketinin patent haklarını Hintli çiftçilere uygulamak zorundadır.

Diğer bir örnek de Hindistan’ın yerel bitkisi olan Neem ağacıdır. Hintliler yüzyıllardır bu bitkiyi ecza deposu olarak kullanmaktayken, 1970′de bir Amerikalı ithalatçının bu bitkinin zengin ecza özelliklerini görmesinden sonra, ABD ve Japonya’nın çokuluslu şirketleri bu bitkiden türetilen ilaçları için birçok patent başvurusu yapmış ve haklar almışlardır.

Birkaç yıl önce, ülser hastalığına iyi gelen Tayland’ın yerel bitkisi “Plao Noi” bir Japon çokuluslu şirket tarafından patent altına alındı böylece Taylandlılar bu bitkiyi pazarlama haklarının tümünü kaybetmiş oldular.

VARAN 4: BÜYÜK İSRAİL KRALLIĞI’NI KURAN PARA BABALARI

Dünya insanlarını goyim, kendilerini Efendi gören bu kabbalistik düşünürler, güç ve mevki hırsının çok daha ilerisinde kendi tanrılarının sözde ilahi emrini yerine getirmek için nesiller boyu gizli çalışan bir grubun içerisinden çıkmıştır. Bu grubu, tarih boyunca karmakarışık olmuş sözde ırkları değil, ‘tanrı tarafından seçilmiş’, ‘üstün’, ‘vazifelendirilmiş’, olduklarına dair kendi dogmatik şeytansı inançları temsil etmektedir. Gerçi belirgin olarak hiçbir ırktan söz edilemez, fakat eğer edilebilseydi bu hiç kuşkusuz sadece Hazar Türkleri olabilirdi. Çünkü bu grubun neredeyse yüzde 90′ını oluşturan ve bugün hâkimiyeti elinde tutan kesimin (Eşkenazilerin) temelinde 650 yılından 1016 yılına kadar büyük bir imparatorluk olan Hazar Türkleri yatmaktadır… Şimdi hayali ırk konusunu bırakıp zihniyete gelelim; Efendiler’in içinden çıktığı grup daha ilk zamanlardan itibaren ticari hayata, kısaca paraya hakim olma gereğini vazgeçilmez şart olarak kavramış ve kendi inandıkları kutsal kitaplarında vaaz etmişlerdir. Böylece milletleri ’soymayı’, onların’ sütlerini emmeyi’, milletlere borç vermeyi, ama kendilerinin asla almamaları gerektiğini, yüzlerce kez ilahi öğreti olarak inanırlarının hafızalarına nakşetmişlerdir. Son iki yüzyıla baktığımızda ilk göze çarpan isim Rothschild ailesidir (Eşkenazi)…” , Diğer Efendiler; Rockefeller, Morgan, Warburg, Aldrich, Astor, Bundy, Collins, Dupont, Li, Onasis, Krupp, Reynolds…

Uluslararası Efendilerin’in gerçek kimliği bilinmediğinden ya da çok az kişi tarafından bilindiğinden, sömürücü, köleleştirici güç olarak karşımızda A.B.D görülmektedir. Oysa Efendiler (!), A.B.D.’ye de hakimdirler. A.B.D.’de adeta iki hükümet var gibidir. Görüneni, Washington merkezli olanıdır. Görünmeyen ama asıl A.B.D.’yi yöneten ise New York başkentli olan Efendiler’in görünmez hükümetidir. Görünen A.B.D., yoksulu, işsizi, evsizi, uyuşturucu bağımlısı, düşük okuma oranı ve borçlarıyla, diğer ülkeler gibidir. A.B.D.’nin kendine ait resmi bir Merkez Bankası bile yoktur. “Federal Rezerv” adıyla, birkaç Efendi bankerin oluşturduğu özel bir kuruluş, Amerika ekonomisine hakim olup, Merkez Bankası gibi para piyasalarına yön vermekte, istediği zaman ‘enflasyon’ ya da ‘deflasyon’ yaratabilmektedir. Dış ilişkilerde hükümetten daha da etkilidir. Amerikalıların altınlarına karşılık olarak verilen, “para” olmayan sadece ödeme sözü olan (sonradan o da kaldırılan) “Federal Rezerv Alındısı = Federal Rezerv Note)” bugün hala dolarların üzerinde bulunmaktadır ve bu kağıtlar, sahiplerinin hiçbir merciden hiçbir şey talep edemeyecekleri hayali paralardır. Birkaç Efendi bankerin bir araya gelerek kurduğu özel banka olan Federal Rezerv, Kongreden geçirilen bir kanunla A.B.D.’nin parasını basma yetkisine sahiptir. Bu ayrıcalık, A.B.D.’yi, diğer devletler içinde en borçlu ülke durumuna getirmiştir. Şu anki borcu 7 trilyon dolar civarındadır. Paranın sahibi olan Efendiler’in ekonomide ve siyasette ipleri elinde bulundurabilmesinin en önemli aracı Federal Rezerv olduğu gibi, tüm bunları yaparken gizli kalabilmesinin en önemli aracı da, zenginliğini hem halktan hem de vergi memurlarından sakladığı Vakıflarıdır’

4 Haziran 1963′te Başkan Kennedy, Hazine Bakanlığı’na, gümüş karşılığında para basma yetkisi tanımış ve üzerinde “United Dolar Note” yazılı, 4 trilyon dolara yakın A.B.D. doları piyasaya sürülmüştür. Fakat 22 Kasım 1963′te Kennedy öldürülmüş ve bastırılan dolarlar da piyasadan çekilmiştir. Böylece, gelecek yeni başkanlara gereken uyarı da yapılmıştır.

Kendini Tanrının oğlu kabul eden Efendiler, kutsal saydıkları kitapları Tevrat / Kitabı Mukaddes’ten ilham alarak; dünyayı köleleştirerek, tek amacı olan Tek Dünya Devleti’ni kurma projesini adeta Bir Dolar’ın üzerine simgelerle şifrelemiştir. (Bunlar aynı zamanda masonik simgelerdir) Çeşitli belgelerden Bir Doları incelersek şunları görürüz: Doların ön yüzünde, en tepede Federal Rezerv Note yazmaktadır. Federal Rezerv’in Senedi anlamındadır. Yani, altın ve gümüş olarak karşılığı olmayan “sanal kağıt” demektir. Bir Doların arka yüzünde ortadaki In God We Trust yazısı, güvendikleri tanrılarının para olduğunu göstermektedir. Solda görülen dairenin zemininde, amaçlarını anlatan dünya haritası vardır. Dairenin içinde, Yakup’un yani İsrail’in 12 oğlunu (İsrail oğulları, 12 Sıpt’ı) temsil eden 12 katlı piramit vardır.

Piramidin tepesindeki ışıklı üçgenin içindeki “Her şeyi gören göz”le (yani Yehova/Yahve) birlikte 13 etmektedir.

Bu 12 oğul (Sıpt) ve babaları Yakup’u temsil eder. 13 Kabalistik ebcet hesabına göre de sevginin birliği, İsrail’in Birliği demektir. Fakat daha Tek Dünya Devletlerini kuramadıkları için piramit bütün değildir. 12 katlı piramit ile göz kısmının arası şimdilik açıktır. Aşağıya doğru genişleyen piramit, yukarıdaki seçilmiş Elit azınlığın, alttaki sürü çoğunluğu idare ettiğinin ifadesidir. Her şeyi gören gözün üstündeki yazı: ANNUİT COEPTİS yani “Başlanmışın Tamamlanması” demektir. Bu şifre ile de Tevrat’ta başlanan işin tamamlanması anlatılmaktadır. Bu da üç semavi dinin babası saydıkları “İbrahim ve zürriyetine” sözde dünyayı miras olarak vermesi hikâyesidir. Efendilerin bu hedefini zaten anayasaları gibi olan “Siyonist liderlerin Protokolleri” adlı kitabında, diğer yapmak istedikleriyle birlikte açıklamaktadır. Bu kitabın 98. sayfasında, bu tamamlanma şöyle anlatılır.

“Siyon yılanı dünyayı çevreleyerek yutmuştur. Yılanın başı ulusların kalplerine girecek ve onları çürütüp yok edecektir. Siyon’ dan yani Kudüs’ten harekete başlayan yılan, zaferle zincirini tamamlayacak, sonra yine oraya dönecektir. Başladığı yere dönmeden önceki son hedef de İstanbul’dur…”

Piramidin altında NOVİS ORDO SECLORUM yazar. Anlamı, Çağların Yeni Düzeni yani Yeni Dünya Düzeni yani Tek Dünya Devleti demektir. Bugün dünyada uygulanan düzen, yüzyıl önce doların üstüne şifrelenmiştir. Piramidin en altındaki rakamlar (MDCCLXXVI) 1776 tarihini gösterir. Bu tarih “İlluminati”nin kuruluş tarihidir. İlluminati “Aydınlanmışlar” anlamındadır ve Efendiler denilen süper zenginlerin yönettiği bir dünya komplosudur. (1772 yılında Vilhelm-Bader Kongresinde masonlar İlluminatlarla birleştiklerinden, bu tarih masonlar için de önemlidir)

Bir doların sağ tarafındaki daire içinde üst kısımda, simetrik olarak birbirine geçmiş iki eşkenar üçgenden oluşan 6 köşeli Davut Yıldızı vardır (Süleyman mührü diyenler de vardır).

Bu yıldızın içindeki 13 yıldız, 12 oğul ve babaları Yakup’u yani İsrail’i simgeler. (Hıristiyanlar da bunu kendilerine yontup, İsa ve 12 havarisi demektedirler). Tevrat’tan biliniyor ki, Yakup (haşa) Allah’la güreşmiş ve yenişememeleri üzerine adı İsrail olarak değiştirilmiştir. İsrail kelimesinin gizli anlamı: Allah’ın yenemediği demektir.

Yahudi tasavvufuna yani Kabalasına göre, israil’in allahı Yakup’tur. İsa’nın “Göklerdeki baba ile ben birim” demesi, öldürülmesine neden olmuştur. İsa’nın bu iddiası, Yahudilerce, Yakup’u tahtan indirme olarak algılanmıştır. Davut Yıldızının altındaki kartalın sol elindeki dalda aynı 13′lü simge görülmektedir. Kartalın ağzındaki E PLURIBUS UNUM yazısı da “Birçokları arasında bir tane” demektir ki, Tevrat’ta kullanılan “Seçilmişlik, allahoğlu” ayrıcalığının simgelenmesidir. Kartalın gövdesindeki 7 dikey çizgi, “kutsal şamdanı” (7 kiliseyi: Efes, İzmir, Bergama, Tiyatira, Sardes ve Leodikya)simgeler. Bilindiği gibi Elit’in kendisine mal ettiği diğer ayrıcalıklar, kendilerinin “Tanrıoğlu, üstün ve görevlendirilmiş” olduklarını sanmalarıdır.

VARAN 5: İSRAİL HAHAMLARININ KULLANDIĞI DÜNYANIN ŞER ÜÇGENİ?

Uluslararası stratejide dünya hâkimiyeti için belirlenen sahalar vardır. Bu sahalar jeostratejik olarak ele alındığında kendileriyle ilgili kullanılan terim Kalp sahaları oldukları şeklindedir. Türkiye de uluslararası stratejisiler tarafından kalp sahası olarak gösterilen ülkeler içinde olup en başta yer almaktadır.

Özellikle soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte Avrasya ve bu coğrafyadaki enerji kaynakları akıl almayacak kadar değer kazandı. Yani bir bakıma 21. Yüzyıl hâkimiyeti Avrasya hâkimiyeti üzerine kurulu. ABD Türkiye’nin etrafında üsler kurarak adeta Türkiye’yi abluka altına almaya çalışıyor. Bu arada başta Gürcistan olmak üzere birçok devletin iktidarları değiştirilerek yerine İsrail ve ABD ittifakının programını uygulayan yönetimler iş başına getirilmektedir.
Dünya’nın bu fiziki stratejik sahalarının dışında bir de metafizik istihbarata dayalı sahaları var. Birçok ülkenin parapsikolojik savaş timleri bu bölgelerde çeşitli aksiyonlarda bulunuyorlar. Bu parapsikolojiye dayalı istihbarat birimleri özellikle Gürcistan-Tiflis, İran-İsfahan ve Mısır-Kahire üçgeninde pek etkililer. Çelik adam lakaplı Stalin’in Tiflis’li olduğu unutulmamalıdır. Bu adam Gürcü Yahudisidir ve bulunduğu bölgeden metafizik istihbarat kullanan çok ciddi medyumlar çıkmıştır. Bunlardan biri de bir dönem Türkiye’ye gelen ve bu tarz çalışmalardan sonra ABD’ye giderek orada bir Enstitü kuran Gudjiev’dir. Bu adamın Türkiye’de ders verdiği ünlü simalar ise Dr. Rıza Nur, Refet Kayserilioğlu ve Bedri Ruhselman’dır.

İran’daki İsfahan Yahudileri Kabala büyüsünü çok ciddi olarak kullanıp liderleri dahi tesir altına alabiliyorlar. Bu Yahudilerin çoğundan İran halkının haberi dahi yok. Tıpkı içimizdeki dönmelerden Türk halkının pek çoğunun haberi olmadığı gibi… Bugün İsfahan’da nükleer çalışmalarının bir kısmını sürdüren İran, İsrail’e karşı yürütülen nükleer çalışmalarını farklı ülkelere karşı yönlendirirse kimse şaşırmasın. Bizzat bu konuyu görüşmek için Ankara’ya gittiğimde danıştığım nükleer Enerji Uzmanı Azeri bir Profesör de bu çalışmanın zamanla Türkiye’ye karşı bir tehdit olabileceğine değinmişti. Oysa bendeki veriler metafizik verilerdi. Ancak hocanın söyledikleri fizik veriler. Metafizik bilgilerle fizik verilerin birbirini tamamlamasına oldukça şaşırmıştım.

Mısır’ın Kahire bölgesinin önemi tarihten bu yana aşikar. Yunan medeniyetini kontrol altına alan kabalist felsefeciler burada da İskenderiye okulları kurarak Ortadoğu halklarına yıllarca tesir ettiler. Hatta bu okullar zamanla işlevini yitirmedi benzer tekkelerle İslam tasavvufunun içersine yetiştirdikleri adamlarını sokarak, Cebriye, Hululiyle, Huriye gibi sapkın sözde tasavvuf cereyanları oluşturdular.

Bu konuda çalışmalarıyla tanınan ve aynı zamanda Moskova’da KGB bürolarında parapsikolojik araştırmalar yapmasının yanında “Alman Gizli Operasyonları”, “Gizli Dosyalar” gibi eserlere imza atan Araştırmacı-Yazar Emrullah Tekin yukarıda ismini saydığımız ülke ve şehirleri Kudüs merkezli olmak üzere dünyanın “Şer metafizik üçgeni” olarak adlandırıyor. Bir nevi “Bermuda Şeytan Üçgeni” gibi Ortadoğu ve Avrasya’nın zihin kontrol üçgeni.

Yazar karşılıklı görüşmelerimizde ise bu “Şer Metafizik Üçgene” karşı Müspet Üçgen’le cevap verildiğini şahsıma iletmişti. “İstanbul-Buhara-Mekke” şehirleri üzerinden süren bir kısım insan trafiğinin bu kontra eylemleri gerçekleştirdiğini söyledi. Hatta özel cetvellerle harita üzerinde Siyon Yıldızı oluşturacak şekilde bir şekil ortaya çıkaran Tekin gene ince hesaplamalarla bu şeklin tam ortasının BAĞDAT olduğunu bize göstererek iyice şaşırmamıza vesile oldu. Çünkü muharref Tevrat ve birer gizli yorumu olan Talmud ve Tora’da bu bölgenin vurulmasıyla Armegedon’u başlatmaları Siyonistlere telkin ediliyordu…

Sanıyorum bu bilgileri aktarmam birilerini tatmin etmeyecektir. Ancak bizler daha yeni yeni Zihin Kontrol Operasyonlarını yaparken ABD’deki Üniversite Laboratuarları insan ışınlaması üzerine çalışıyor?.. Maddeyi çok uzak mesafe olmasa dahi adeta zamanda sıçratır gibi mekan değiştirecek aşamaya getirdiler. Üstelik Süleyman kıssalarını okuyarak büyüyen Yahudiler, Kuran’da bahsi geçtiği gibi Hz. Süleyman’ın Uçan kalesi’nin bir aylık mesafeyi bir günde aldığını pekiyi biliyorlar.

Zaten onlar bu peygamberlere bahşedilen güçlerin peşindeler? Ancak tek farkla onlar peyfamberlerin bu güçlerinin Allah’tan vasıtasız dahi olacağına inanmayıp, onlara verilen “YÜZÜK (HZ. SÜLEYMAN), ASA (HZ. MUSA), KILIÇ (HZ.DAVUT)” gibi eşyalarda kerameti arıyorlar…

Kabollo denen faili meçhuller cinayet teşkilatı İsrail Kohenleri tarafından binlerce sene evvel teşekkül ettirilmiştir.

Kabollo teşkilatına girecek şahıs daha annesinin karnında tespit edilir, yıldızlarla, cifir hesabıyla çocuğun doğacağı gün ve saat onlar için çok önemlidir. Onların hesaplarına göre bu sırlı hesaplamalar vaktinde gelen çocuklar kendileri için adeta Yehova’nın özel menüsüdür.

Neticede bu muayyen vakitte çocuk doğar, Kaballo hahamlarının itinasıyla büyütülür. Yiyeceğine ve sıhhatine son derece dikkat edilir, hususi surette hazırlanmış iksirler, vitaminli gıdalar ve bilhassa hususi nefis yemeklerle beslenir. Altı yaşının “ŞABAT”ına geldiği zaman son zamanlarda mükemmel bir şekilde modernleştirilmiş ve sistemleri asrımıza uyan “KABALLO JUGENT” yani “KABAL GENÇLİK TEŞKİLATI” na sokulur. Yedi sene boynunca burada aldığı eğitimle gidişatı ve hareketleri kontrol edilir.

Eğer gencin “kana doğru bir temayül ve istidadı” varsa, kendisine “suikast” işleri taalluk eden vazifeler verilir. Çocuk müzikten, makineden, ilimden, siyasetten, iktisattan hoşlanır neticede neye meyl ederse derhal o yeteneğine göre özel olarak yetiştirilir. Fakat bunca programa rağmen işe yaramayacağı tespit edilen gençlerin ne yapıldığı tamamen meçhuldür. Ancak bu kadar ihtimamdan sonra her halde öldürülmezler?. Bu gibilerin bazen “yem” olarak bazen de “muhbirlik” gibi vasat işlerde zaman zaman faydalanıldığı biliniyor…

VARAN 6: DÜNYA HAKİMİYETİ’NİN LOGOSU NASIL TASARLANDI?

Mason localarının bir çoğunda pergel gönye logosunun tam ortasında yer alan “G” harfi sanırım dikkatinizi çekmiştir. Niye “A “değil “B” değil de “G.” “KRİPTOGRAM” açık ifadeyle Şeytanın şifresi ki Gram; Talmud ve Tora yazıcıları için “çok güçlü ve özel bir şeytanın” adıdır.” Diğer bir ifadeyle üstatlarıdır.

Hatırlarsanız İsrail mart Ayında tam İRAN’a vurmaya hazırlandığı sırada bu alarma yani “G” alarmına geçtiğini birimlerine duyurdu. “G” Alarmı İsrail’in Hakimiyet alarmıdır.

Muhtemel bir saldırı için hazırlık emri, İSRAEL Savunma Bakanlığı aracılığı ile Genel Kurmay Başkanlığına o dönemde iletildi. Özel Kuvvetler Komutanlığı içerisindeki kaynaklar bir saldırı hazırlığı için –en yüksek düzey olan- “G” hazırlık düzeyine geçilmesi emrinin kendilerine ulaştığını doğruladılar.

Merkezi ABD’de bulunan Araştırma Kuruluşu Stratford’a göre İsrail, İran’a karşı Askeri harekâta karar verirse, hava koridoru için üç seçeneği bulunuyor:

1- Irak hava sahasını kullanmak. (İslam dünyasından gelecek tepki ve bu Sahanın güvensizliği; gerilla operasyonlarına açık olması bu seçeneği azaltıyor.)

2- Suudi Arabistan Hava Sahası. (Bu aralar Laden çizgisinde olduğu sık sık ima edilen Suudiler’in bu teklifi ret edeceği biliniyor)

3- En akılcı seçenek bu. Tezkere’de olmadı, ama bu defa olsun mu dedirtilecek. Kudüs Zirvesinin üçüncü ayağı İstanbul’daki biraderler sayesinde Türkiye’nin hava sahası kullanılabilir mi?

Bu üçüncü plan için Cumhuriyet tarihi boyunca masada kaybetmeye alıştırılmış “Olta’daki Balık Türkiye”nin önüne bir yem attılar. O yem de ne biliyor musunuz “İran’da yaşayan 35 MİLYON TÜRK’ÜN kendi bağımsız devletlerini kuracağı” propagandası. Pek yakında İran hoşnutsuzluğu ve oranın zindanlarında yaşamış Türkler’in hatırat tarzı çalışmalarında bir patlama olursa sakın ha sakın içselleşip bu dramının içine çekilmeyin…

ŞEYTAN YILDIZI VE “G” NİN ANLAMI!

Kabbalistik büyüde Şeytan’ın (Lucifer) ışık kaynağı olduğuna inanılır. Bu nedenle tüm kaynaklarda “Güneş’in doğudan doğması sebebiyle doğu’da yer aldığı belirtilir. Masonik ritüellerde, Şeytan Yıldızı olarak adlandırılan “ışık saçan pentagram”ın içine doğuda yer aldığına inanılan Evren’in Ulu mimarı’nın (Şeytan’ın) simgesi “G” harfi yerleştirilir. Locaların doğuya doğru inşa edilmesinin sebebi de, ışık kaynağı olarak Şeytan’ın (G) doğuda yer almasıdır.

Dilerseniz; Mason dergisinin konuyla ilgili olarak yer alan diğer ifadelere biraz daha göz atalım:

“5 kollu yıldız, yani ışık saçan yıldıza “pentagrama” dikkat edelim. İçinde doğuda yer alan Evren’in Ulu mimarı’nın remzi olan “G” harfi ile. Bu yıldız yükselen insanımızın sembolüdür. (Mason Dergisi, sayı 37-38,sf.41)

“5 köşeli yıldızın ortasındaki “G” harfi masonluğun en gizili ve en önemli sembollerinden biridir. “G” harfi İbranice’deki “Yod” harfinin karşılığıdır.” (Dariel ligou, Le Dictionnaire la Franc-maçonerei, sf.57)

İbranice’de YOD harfi Yehova’nın baş harfidir ve Şeytan’ı remzeder, Yunan alfebesindeki “GAMA” harfidir. Bu şekilde “G harfi, aynı zamanda Gama’yı da temsil eder”.

“Gama harfi gönyedir ve Şeytan’ın bayrağını yani hakimiyetini temsil eder” (la Symboligue Maçonnigue, sf.56)

VE YIL 2008… GAZETELERE YANSIYAN HABER.

Norveç, Kutup Bölgesi’nde dünyada bilinen tüm tahılların tohum örneklerinin saklanacağı bir depo inşa ediyor.

Grönland’ın doğusundaki Svalbard Adası’nda inşa edilen depoda dondurulacak tohumların, küresel bir felaket yaşanması durumunda, tahıl çeşitliliğini güvenceye alması umuluyor.

Tohum bankası, Norveç’e ait olsa da 100′ü aşkın ülke projeyi destekliyor ve buraya tohumlarını göndermeye hazırlanıyor.

Deponun temel atma törenine, Norveç’in yanı sıra, Danimarka, Finlandiya, İsveç ve İzlanda’nın başbakanları da katıldı.

Kuzey Kutbu’na yaklaşık bin kilometre mesafedeki Longyearbyen’deki deponun 2007 Eylül ayında faaliyete geçmesi planlanıyor.

Dünyanın diğer noktalarında da son yıllarda 1.400′e yakın tohum bankası kuruldu.

Bunların pek çoğu ülkedeki ürünlerin devamlılığının sağlanmasına yönelik, ulusal ölçekli projeler.

Norveç Başbakanı Jens Stoltenberg ise, kendi projelerinin hem ticari bir yönü bulunmadığını hem de benzerlerinin en büyük ve güvenlisi olduğunu vurguluyor.

Buzulların içine inşa edilen beton tesis, çelik hava geçirmez kapıların gerisinde tohumları eksi 18 derecede saklayacak.

Bu koşullarda tohumların yüzlerce yıl bozulmadan kalabileceği belirtiliyor. Norveçli yetkililer, güvenlik önlemleri veya soğutma sistemleri devre dışı kalsa bile, buzla kaplı dağın derinliklerindeki örneklerin bozulmayacağına güveniyorlar.

Bu koşullarda, tarım ürünlerinin salgın, nükleer savaş, doğa felaketleri veya iklim değişimi gibi bir durum sonrasında bile devamlılığının sağlanabileceği belirtiliyor.

Tohum bankasının işletmesinde 2004 yılında kurulan Küresel Tahıl Çeşitliliği Fonu da rol alacak.

Fon, kalkınmakta olan ülkelerin tohumlarını hazırlayıp Svalbard’e göndermesine katkıda bulunacak.

Her ülkenin tohumları aynı banka kasalarında olduğu gibi, kendisine ait bir kasada ve ülkenin mülkiyetinde tutulacak.

Tam olarak faaliyete geçtiğinde Svalbard’daki tesiste üç milyon tohum çeşidi bulunacağı tahmin ediliyor.

(Hakan Yılmaz Çebi, netpano)

 

Andıç belgeleri

Genelkurmay Başkanlığı Bilgi Destek Daire Başkanlığı’nın 2006 yılı Mart ayında yayımladığı Andıç başlıklı belgeyle Türkiye’de Sivil Toplum Örgütleri’nin Faaliyetlerini tek tek sıralanıp, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den, Rahmi Koç’a, Sabancı ailesinden, Eczacıbaşılara, Can Paker’den Oktay Ekşi’ye, TÜSİAD’dan TESEV’e kamuoyunca bilinen birçok isim ve derneğin fişlendiği ortaya çıktı.Andıçta yer alan kişi ve kurumlar “Türkiye’yi bölmek isteyen ABD ve AB’nin projelerini Türkiye’de yürütmek için birçok fondan yardım almakla” suçlanıyor.

73 sayfadan oluşan Andıç, ünlü spekülatör George Soros’un kim olduğu ve dünyada hangi organizasyonların içerisinde bulunduğunun anlatıldığı bölümle başlıyor.Soros’un başkanlığını yaptığı Açık Toplum Fonu’nun desteklediği dünyadaki örgütler, Gürcistan darbesine yaptığı destek, Kıbrıs, Rusya ve Bağımsız Devletler Topluluğu’ndaki faaliyetleri anlatıldıktan sonra, Soros Vakfı’ndan Türkiye’de parasal destek alan kişi ve kurumlar tablolarla gösteriliyor.

Türkiye’deki STK’lar, kişi ve diğer kurumlara mali desteği gösteren tablonun en üsütünde ABD’de Başkan’a bağlı dış politika konularını koordine eden resmi bir bürokratik yapı olan Ulusal Güvenlik Konseyi’nin (National Securitiy Council) konulması dikkat çekiyor.

Andıça göre mali destek buradan Natıonal Endowment For Democracy, Soros Vakfı gibi kuruluşlara geliyor ve oradan da Türkiye’deki kurumlara dağıtılıyor.

Andıçtaki başka bir tabloya göre ise Soros Vakfı’nın hiyerarşik olarak üzerinde Musevilik var. Zaten George Soros tanıtılırken de Macar yahudisi olduğu kanlın karakterlerle yazılmış.

Tablolarda bu kurumlarla ilişki halinde olan ve onlardan mali destek alanlar arasında TOBB, TÜSİAD, Adalet, Dışişleri ve Milli Eğitim Bakanlıkları, TESEV, Arı Hareketı, Sabancı Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi, Marmara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Enstitüsü, Liberal Düşünce Topluluğu, KADER, KAMER,SODEV, Umut Vakfı, ENKA okulları, Robert Koleji, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı gibi birçok vakıf, kurum, okul ve üniversiteyi görmek mümkün.

Dört sayfadan oluşan belgenin en dikkat çekici bölümü ise TESEV, Nafis Can Paker başlığının altında ise şu isimler var. “Nebahat Akkoç, Murat Belge, Osman Kavala, Ömer Madra, Eser Karakaş, Neşe Düzel “Sabetaylar” başlığıyla oklarla gösterilen isimler. TESEV Başkanı Can Paker’in adının en ortada ve büyük olarak ayzdılığı bu ilişkiler içinde adı geçen isimlerden bazıları şöyle ” Bülent/Nejat Eczacıbaşı,Sabancı Holding, Mehemt ve Canan Barlas, Ahmet İnsel, Nabi Avcı, Ömer Dinçel, Salim Uslu, Oktay Ekşi, Sezen Aksu, Zülfü Livaneli, Taha Akyol, Özdem Sanberk, Şahin Alpay, Kürşat Bumin, Hakan Altınay, Ali Bulaç, Nadire Mater, Eyüp Can.” Bu isimlerin karşısında irtibatlı oldukları kurumların isimleri ya da çalıştıkları üniversite ve gazetelerin isimleri bulunuyor.

Listede en dikkat çeken isimlerden biri ise Rahmi Koç. Rahmi Koç tabloda Yunan-Türk Forumu eş başkanı olarak bulunuyor. Forumun kurucusu Costas Carras’ın ilişkileri de yine Soros Vakfı’na ulaşıyor.

Genelkurmay Başkanlığı’nca hazırlanan ve altı bölümden oluşan 73 sayfalık Andıç’tan bazı bölümler şöyle:

Rahmi Koç: Yunanlı bir Bilderbergci olan Costas Carras’ın büyük ağırlığı bulunan Grek-Turkish Forum’da da TESEV Üstün Ergüder temsil ediyor. Ergüder adı, Soros’un enstitüsü OSI’nın Türkiye yapılanmasında da karşımıza çıkmıştı. Carras’a Southeast Europian Cooperative İnitistive’de (SECİ) de rastlıyoruz. Bilderbergci Carras, Rahmi Koç ile birlikte SECİ’nin Başkanlığı’nı yapıyor.

Annan Planı ve Can Paker: Rum Yunan ikilisinin de büyük katkılarıyla hazırlandığı bilinen Annan Planı, Ali Erel başkanlığındaki Kıbrıs Türk Ticaret Odası, Soros Vakfı yöneticilerinin yönetiminde bulunan TÜSİAD ile birlikte bu planın savunuculuğunu üstlenmiştir. Bu ilişkileri organize eden kişi Can Paker’dir. Paker TESEV Başkanı olup, TÜSİAD Haysiyet Divanı üyesidir.

“Kıbrıs İçin Annan Planı- Vatandaşın El Kitabı”: Kitapçığı tanıtmak için Can Paker 4.12.2003′te medyanın üst düzey yöneticilerinin katıldığı yemekli bir toplantı düzenledi. Kitap Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü tarafından hazırlandı. İlter Türkmen ve Yalım Erez bu toplantıda hazır bulundu. Yapılan konuşmalarda plana övgüler düzüldü.

Şahin Alpay: KKTC’ye ve Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a karşı yıkıcı faaliyetlerde bulunan ve bu faaliyetleri organize edip destekleyen AB yöneticilerinden Karen Fogg ile çok yakın ilişkiler içerisinde olup, KKTC’de Denktaş karşıtı basını ve gazetecileri yönlendiren kişidir.

Gül’le Soros ne görüştü? Soros, dünyayı kasıp kavuran 1998 borsalar krizinde başroldeydi. Gariptir ki, Türkiye de Soros’la yakından ilgili. Dışişleri Bakanımız Abdullah Gül’ün eylül ayı içerisinde ABD’ye gerçekleştirdiği ziyarette görüştüğü isimlerden biri Soros’tur. Kendisiyle uzun bir görüşme yaptı. Soros, karanlık bir adam. Öyle ki adı bile gerçek değil. Ancak gerçek adı bilinmiyor. Şaşırtıcı olan soru ise şu: “Böylesi karanlık bir adamla Dışişleri Bakanı sıfatıyla Abdullah Gül ne görüşmüş olabilir?”

Sabancı Üniversitesi: Soros, İstanbul’a gelip, TESEV Başkanı Can Paker’in evinde akşam yemeği yerken ünlü Türk gazetecisi köşe yazarlarına ve ertesi gün de Türkiye’nin Harvard Üniversitesi olacak diye kurulan Sabancı Üniversitesi’nde öğrencilere “Sizim en önemli ihraç ürününüz ordunuzdur” diye altın akıllar verirken Afganistan’da gövdeler başsız dolaşıyordu.

Kemal Derviş: Soros Türkiye’de Hilton Oteli’nde kaldı. Aynı günlerde Kemal Derviş de oteldeydi. Soros ve Derviş buluşup Türkiye ekonomisini ve geleceğini tartıştılar. Soros kadar ünlü bir para sihirbazını Derviş, Amerika’dan tanıyordur nasıl olsa. İyi şeyler de konuşmuşlardır. Derviş sıradan biri değil. Dünya Bankası çalışanlarından. Dünya Bankası adı üstünde para demek, borç demek, kredi demek. Bizim gibi ülkelerin korkulu düşü demek. Ama yine de insan Türkiye’nin kaderine etken olmak için gönderilen Derviş’le, ünü paraya endeksli adamın ne işi olabilir demeden edemiyor.

Bilgi Üniversitesi: Soros’un İstanbul Bilgi Üniversitesi ili olan ilişkisine da bakmak gerekiyor. Anna Planı’na bu üniversitenin sıcak bakması ve kamuoyunu bu yönde etkilemeye çalışması da boşuna değil.

AKP’ye Eleştiriler: Ortaya çok karmaşık ilişkiler zinciri çıkıyor. Kıbrıs konusunda Kıbrıs Rum Kesimi ile Yunanistan’da kamuoyu tek ses olurken, Türkiye ve KKTC’de insanların ikiye bölünmüşlüğünü işte bu lobi ile izah etmek mümkün. Malum çevreler ile AKP iktidarı, Rum kesiminden gelenlerin araçlarıyla, muhalefet konvoylarına katıldığı, muhalefete büyük paralar akıtıldığı seçimlerin sonuçlarını ne kadar da doğal karşılıyor.

Türkiye’deki Alman Vakıfları: Türkiye’de yaşayan 100 bin Alman emeklisinin haricinde bilmediğimiz bir grup Alman var; her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyon faaliyetleri gerçekleştiren… kısaca stratejik öneme sahip birimlerde “etki ajanı” ve “Alman sempatizanı” yetiştiren, şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, yasal derneklerden siyasal partilere uzanan çizgide; Türkiye’ye, Atatürk ilke devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine karşı olan, ulus-devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek vererek bu ülkeyi alttan oyna bir grup ALMAN İSTİHBARATÇISI.

(Mehmet Baransu,Taraf)

 

Mehmet Ali Birand MİT ajanlığı yapmış

Ergenekon terör örgütüne yönelik düzenlenen operasyon kapsamında Veli Küçük’ün evinde çıkan “çok gizli” kaşeli eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal imzalı bir belgeye göre, Uğur Mumcu ve M.Ali Birand MİT’e haber kaynaklığı yapmış. Yine aynı belgede Uğur Mumcu’nun MOSSAD tarafından öldürüldüğü dile getiriliyor. Başörtülü öğrencilere tavrı ile tepki çeken Kanal D Anahaber sunucusu Mehmet Ali Birand’ın Milli İstihbarat Teşkilatı’nda (MİT) çalıştığı Ergenekon operasyonu çerçevesinde ele geçirilen bir belge ile resmen tescillendi.(http://www.cafesiyaset.com)

 

Tohum ile Türk neslini kısırlaştırma

Geçtiğimiz ay Meclis’ten geçen Tohumculuk Yasası’ndan bahsediyorum. Bu yasayla devlet tohumculuk alanından tamamen çekiliyor, piyasa başta  İsrailli firmalar, Syngenta, Pioneer, Monsanto gibi çokuluslu tohum şirketlerine teslim ediliyor, çiftçimiz sizlere ömür ve de biraz önce de belirttiğim gibi hepsinden önemlisi de yasa ile Genetiği Değiştirilmiş Organizmaların (GDO) girişine ve ekimine olanak tanınıyor. Böylece de insan sağlığı üzerinde başta KISIRLIK, alerjik reaksiyonlar, antibiyotik dayanıklılık gibi hemen ve uzun vadede öngörülemeyen ciddi sağlık riskleri yaratıyor.

Yasanın arkasında AKP’nin içindeki Güneydoğulu vekiller lobisinin önde gelen ismi, Tarım Bakanı Mehdi EKER durmakta.

Bu arada hemen eklemem gerekiyor; Avrupa Birliği, Genetiği Değiştirilmiş Organizmaların (GDO’lu) AB’ye girmesine izin vermemekte, peki ya KISIRLAŞTIRMA, neslimizin tüketilmesi ve diğer tehlikeler altında olan siz Türk Milleti şimdi ne yapmayı planlıyorsunuz?

Konuya farklı bir uzman yorumu getirelim; Hafta sonu çok değerli bir çiftin konuğu oldum, Özbekistan’ın sürgündeki muhalif lideri Muhammed SALİH ve eşi Dr. Biyolog Aydın SALİH Hanımefendi ile uzun uzun sohbet ettik, nereden nereye. Aydın Hanım, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve Tohumculuk Yasamızın içerdiği tehlikeler ve yakın geçmişten günümüze tespitlerle dolu önemli bir yorum yaptı (‘konu Türk dünyası olunca hepimiz tek ses oluruz’ diyerek) bu stratejik konuyu-ulusal tehdidimizin boyutunu Sayın Aydın SALİH’in incelemesinden aynen aktarıyorum;

Son dönemde zaten Türkiye tarım ürünleri (sebze, buğday, mısır, ayçiçeği vs.) tohumlarının yüzde sekseni dışarıdan ithal edilmeye başlanmıştı. Bu tohumların GENETİK OLARAK DEĞİŞTİRİLMİŞ tohumlar olduğunun bilinmemesi mümkün değil. Her GENETİK OLARAK DEĞİŞTİRİLMİŞ tohum, içinde terminatör geni ihtiva eder. Bu terminatör kendi neslini yok etmeye programlanmıştır. İşte bu nedenle de genetik olarak değiştirilmiş tahılın verdiği ürün tohumu KISIRDIR. Yani, her ekim yılı/mevsimi için yeniden tohum almak gerekecektir. Bu durum, sadece gıda açısından dışarıya bağımlı hale gelmekle kalmayacak çok daha vahim sonuçlar doğuracaktır.

Dışarıdan bakınca sadece ticari amaçla yapıldığı sanılan bu işin arkasında ise çok vahim bir stratejik hedefin yer aldığı görülüyor. Bu tip tohum politikasına bağımlı kalan Türkiye, sadece ekonomik değil, genetik tuzağa da düşmüş olur.

Genetik olarak değiştirilmiş tohumları istenilen menfi ya da müspet yönde programlamak mümkündür. Ve böylece GDO’lu ürünlerle istenilen her toplum yönlendirilebir. Bu yöntem bir milleti ve onun yaşadığı ortamı yok edebilecek kadar tehlikelidir. Mesela bu program, kısırlaştırma (sterilizasyon) erkek ve kadınlarda KISIRLAŞTIRMA programı olabilir. Veya tedavisi imkansız olan ölümcül alerjiler, bilinmeyen hastalıklar ve doğadaki görülmemiş değişimler olabilir. Yani GDO bünyesinde otomatik olarak ve sonsuz bir şekilde çoğalabilen GENETİK BOMBALAR taşıyabilir.

Ancak ne yazık ki Türkiye’ye sokulan bu GDO’ların ne gibi sonuçlar doğurabileceğinin tespitini yapabilecek bilimsel altyapı mevcut değil.’

Evet, tehlikenin boyutu ortada, neslimiz, sağlığımız, ülkemize ‘Genleri Değiştirilmiş Tohum’ biyolojik silahı ile vurulmak üzere, yediğiniz her lokmada aklınıza gelsin; işgal sizce kaç türlü olur ey tehlikedeki okur?

(Ömer VANLI, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü)

 

Şüpheli teoriler

Adnan Kahveci – Eski Maliye Bakanı. Dedi ki;
“Bizim bağımsız olmamız için Amerika ve IMF’den kurtulmamız lazım.”
2 gün sonra trafik kazasında öldü.

Bedri İnce Tahtacı – Saadet partisi Gaziantep milletvekili. Dedi ki;
“Amerika en büyük engeldir bu ülkeye; istediğini başbakan yapar, istediğini cumhurbaşkanı yapar”
5 gün sonra Antep’e giderken trafik kazasıdan öldü.

Turgut Özal – Cumhurbaşkanı. Dedi ki;
“Musul ve Kerkük bizimdir alacağız”
10 gun sonra öldü!

Eşref Bitlis – Jandarma Komutanı. Dedi ki;
“Amerika’nın İncirlik’ten kalkan uçakları pkk’ya yardım atıyor”
4 gün sonra Eksi 60 dereceye kadar dayanıklı olan helipkopter ile Siirt’e giderken helikopteri düştü ve öldü!

Recep Yazıcıoğlu – Denizli Valisi. Denizli’de kanun çıkardı;
“Artık bundan sonra cafe ve benzeri yerler Ingilizce isim kullanmıyacak,yani cafe değil kahve yazılacak” dedi.
1 hafta sonra Ankara’ya giderken trafik kazasında öldü!

TBMM – 1 mart tezkeresine red oyu verdi, 3 gün sonra İstanbul’un göbeğinde bombalar patladı. Kaç kişi öldü?

 

Dünyayı kim yönetiyor?

Şimdi komplo teorisyenlerinin bu elit planın merkezinde olduğu konusunda adını en çok zikrettikleri Amerikalı’ya dönelim. Bu 92 yaşındaki multi milyarder, dünya finans seçkinlerinin babası David Rockefeller olarak tanınır.

Wikipedia’da Rockefeller ile ilgili olarak kendisinin Haziran 1991 yılında Almanya’nın Baden Baden kentindeki Bilderberg konferansının açılışında söylediği iddia edilen konuşması yer alıyor. Rockefeller: “Bizler 40 yıldır Washington Post, New York Times, Time ve diğer medya gruplarından bizim toplantılarımıza katılan yöneticilerin, konferanslarımızla ilgili sırları saklayacaklarına dair verdikleri sözü yerine getirdikleri için minnettarız. 40 yıldır minnettarız. Bu 40 yıl içerisinde eğer toplantılarımızla ilgili kamuoyuna bilgi verilseydi, dünya için yaptığımız planlarımızı geliştirmemiz mümkün olmazdı. Dünya, bir dünya hükümetine doğru gitme konusunda daha sofistike ve hazır duruyor. Bu plana göre, artık dünya savaş nedir bilmeyecek, tüm insanlık için sadece refah ve barış olacak. Entelektüel seçkinler ve dünya bankerlerinin ulus üstü egemenliği, önceki yüzyıllarda olan ulusal egemenliğe tercih ediliyor.”

Bu konuşma 17 sene önce yapıldı ve Amerika’da Bill Clinton’un başa geldiği dönemlere rastladı. Rockefeller ‘biz’imle ilgili konuşuyor. Bu ‘biz’, O’nun dediğine göre, neredeyse 40 yıldır toplanıyor. Eğer bugün yaşadığımız tarihe Rockefeller’in konuşmayı yaptığı 17 yıl öncesini de eklerseniz 57 yıl oluyor. Yani iki kuşak demek oluyor.

Sadece ‘biz’ dünya bir için bir plan geliştirmedik, fakat bu planı geliştirme girişimleri en azından Rockefeller’in düşüncesinde başarılı olmuş. Rockefeller’in ‘biz’ dediklerinin nihai hedefi, ‘Entelektüel seçkinlerden ve dünya bankerlerinden oluşan bir ulus üstü egemenlik’ oluşturmaktır. Rockefeller’in söylediğine göre, bu hakimiyet artık savaşın ne olduğunu bilmeyen bir dünya hükümetine doğru giden yoldur.

Şimdi biraz entelektüel pratik yapalım. Farzedelim ki David Rockefeller göründüğünü düşündüğü gibi çok önemli ve güçlü bir insan olsun. Bu adama bir şekilde inanalım ve O’nun ve ‘biz’im bir dereceye kadar başardığımızı düşünelim. Bu şu demek oluyor: Alınan büyük kararlar ve meydana gelen olaylar aynı zamanda Rockefeller’in 1991’de yaptığı konuşmada bahsi geçen planın bir parçası oluyor ya da en azından olaylar Rockefeller’in niyetinin bir yansıması oldu.

Bu yüzden, bu kararları ve olaylar üzerinde analiz yaparken, Rockefeller’in kafasındaki ütopya’nın gerçekten hakiki olup olmadığını açıklayabiliriz. özel bir sıra vermeden, olaylar şöyle aksetti:

Bill Clinton ve George Bush tarafından kararları uygulanan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması sonucu Amerika’da üretim yapan milyonlarca iş elendi ve Amerika’daki aile tarımcılığının yerini küresel tarım sektörü aldı.

Dünya Ticaret Organizasyonu bünyesinde gerçekleştirilen benzer serbest ticaret anlaşmaları nedeniyle, milyonlarca üreten iş gücü çin ya da başka yerlere ihraç edildi.

Amerika’daki ortalama ailelerin gelirleri büyük bir erozyona uğrarken, Amerikan ulusunun servetini elinde bulunduran zenginlerin payı daha da arttı. Wall Street’te bazı finans yöneticileri yılda bir milyar dolar kazanırken, savaş gazileri dahil evsizler bir milyona yaklaşıyor.

İnşaat kooperatifçiliği balonu nedeniyle Amerika’da ev fiyatlarında büyük bir enflasyon yaşandı. Milyonlarca ev icra yoluyla bankerlerin eline geçti. Toprak ve kira maliyeti, aile tarımı ve küçük ölçekli işleri büyük hasara uğrattı. Toprak sahipliği yüksek enflasyon üzerine kurulu olduğu için artan ev vergileri nedeniyle, alt ve orta gelirli insanlar ve yaşlılar evlerinden oldu.

Bankerlerin Amerikan ulusal para sistemini tamamen kontrol ettikleri gerçeği, yıkılacak durumda olan büyük bir borç piramidiyle sonuçlandı. Para üzerindeki bu ‘kontrol sistemi’ Rockefeller ailesinin para aktardığı Chicago üniversitesi ekonomistlerinin bir icadı. Problem şu ki, bu piramid yıkıldığında herkes iflas edecek ve nereden geldiği belli olmayan bir yerden para yapan bankalar değerlenecek olan penileri tutmaya çalışacak. J. P. Morgan Chase’in Carlyle Capital ile iş yapmaya hazırlandığı gibi. Finans endüstrisi için kabul edilebilir düzenlemeler hükümet tarafından terk edilmiş durumda. Bu düzenlemeleri yapmak isteyen siyasetçiler, Eliot Spitzer gibi, bir şekilde yok ediliyor.

Federal hükümet ve yerel hükümetlerin Amerikalılar üzerine koyduğu toplam vergi yükü gelirin yüzde 40’ını geçti ve bu miktar daha da yükseliyor. Bugün ekonomide gerileme başlarken, Demokratların kontrol ettiği Kongre küçük miktarda yardımları desteklerken, iki yüzlü davranarak vergileri yükseltiyorlar, özellikle orta gelirliler için. öğrenci kredileriyle vergileri desteklemek bir şekilde iflasçı koruma sistemiyle elimine edilemez.

Exxon-Mobil gibi şirketler rekor kazançlar elde ederken, gas fiyatları artıyor. Diğer eşya ve gıda fiyatları yavaş yavaş yükseliyor. Tıpkı, bazı ülkelerin neredeyse açlık koşullarını tecrübe etmeye başlaması gibi. 40 milyon Amerikalı resmi olarak açlık sınırında yaşıyor.

Büyük şirketlerin su ve mineral kaynaklarını kontrol etmesi, kamuda bulunması gereken birçok şeyi bulunmaz hale getirmiş. Enerji üretiminin serbest bırakılması, birçok bölgede elektrik maliyetinde yüksek artışlara neden oldu.

NAFTA tarafından aile tarımcılığının yok edilmesi (Aynı şekilde Meksika ve Kanada’da da aile tarımcılığı yok edildi), IMF ve Dünya Bankası’nın başka milletlere uyguladığı siyasetin bir benzerini oluşturuyor.

“Washington Konsensüsü’ tarafından yapılan baskılar sonucu dünyada kendi kendine yetebilme durumu, ihraç edilen ürünlerin yetiştirilmesiyle yer değiştirdi. Tarımsal alanlardan göç, az gelişmiş ülkelerirn kentlerinde büyük gettolar oluşturdu.

1980’den beri Amerika ya kendisi direk savaş yapıyor ya da kendisi adına başkalarına savaş yaptırıyor. Eski Yugoslavya NATO tarafından bölündü. 11 Eylül ve raflarda bekleyen diğer planlarını hayata geçirerek, Amerika şimdi de Ortadoğu’da sürekli bir askeri işgale kalkıştı. Rusya ve çin’in ABD ve NATO güçleri tarafından kuşatılması ise çok yakında ve uzayı da askeri bir alan haline getirme yarışı başladı. Batılı devletler açıkça, en azından bir başka dünya savaşı ihtimali için hazırlanıyorlar.

Amerika’nın dışarıdaki askeri müdahaleleri, içerde de totaliter bir sistemin oluşmasına neden oluyor. ‘Teröre Karşı Savaş’ adı altında bazı vatandaşların aktiviteleri mercek altına alınırken, bunlara yönelik olarak da casusluk faaliyeti yapılıyor. İnsanlar için kullanılan mikrochipler iz sürmek için kullanılıyor. Askeri endüstri ulusun en büyük ve en başarılı endüstrisi olmuş. çünkü, on binlerce organizatör yeni ve daha iyi yöntemler bularak, açıktan ya da örtülü olarak yabancı ve iç düşmanları yok etmek için çalışıyor.

Öte yandan, Amerika dünya üzerinde en çok hapishane nüfusuna sahip olan ülke. Artı, her gün milyonlarca Amerikalı, hükümetin yüklediği vergiler yüzünden daha da kötü duruma düşüyor. İllegal yollardan elde edilen paralar, muhasebeciler, avukatlar, bürokratlar, borsacılar, spekülatörler ve iş adamları tarafından paylaştırılıyor.

Son olarak, her geçen kötüye giden hayat şartları, strese dayalı birçok hastalığa sebep olurken, alkol ve uyuşturucu kullanımı da artıyor. Dünyadaki hükümetlerin kendileri zaten uyuşturucu trafiğine dahil oluyorlar. Stres skalasını azaltmak yerine, ilaç endüstrisi kendi başına hastalık oluşturuyor. İlaç endüstrisi çok hızlı bir şekilde büyürken, bu ilaçların birçoğu yıkıcı yan etkilere sahip.

Bu liste en azından zor soruyu sormak için yeterince delil sunuyor. Şimdi tüm bunların Rockefeller’in geliştirmiş olduğu planın bir parçası olduğunu düşünelim. Peki, insanlığın refahı ve barışı için seçilen araçların çok fazla şiddet, baskı, sömürü, hırsızlık ve rüşvete bulaşması tuhaf değil mi?

Gerçekte ise, bana öyle görünüyor ki, Rockefeller’in dediği ‘Dünyanın refahı için bizim plan’ı soykırım, savaş, nüfusu kontrol eden polis devleti üzerine kurulu ve plan dünya kaynaklarının finans seçkinleri ile bunların kukla siyasetçileri ve askeri güçleri tarafından ele geçirilmesi demektir.

Peki, dünyadaki insanlarının kendi yiyeceklerini üretmedeki yeteneğini elinden alan bu organize plandan daha iyi bir yöntem yok mu? Tüm bunlardan başka, açlıkla oluşan soykırım belki yavaş gerçekleşiyor ama çok de etkili. Bu suç ise pazar güçlerine ait.

Peki bu ‘biz’, tüm şeyleri yapan ‘biz’, büyük David Rockefeller dahil, bir suçlu olabilir mi? Ki bunlar bir şekilde gücü elinde bulunduranlardır. Eğer öyleyse, bunlar kendilerini korumak amacıyla eğitim sisteminden, ana medyadan her şeyi kullanıyorlar.

Kesin olan bir şey var: Amerikalı seçmenler bunların hiçbiriyle aynı fikirde değil.

Richard C. Cook, Carter döneminde Beyaz Saray’da bulunmuş, Federal hükümetin danışmanı. Cook aynı zamanda Amerikan Hazine Bakanlığı’nda, NASA’da, Amerikan Gıda ve İlaç Komisyonu’nda görev yapmış bir isim. Cook’un, ekonomi ve para politikaları üzerine de birçok kitabı bulunmaktadır.

(Richard C. Cook 2008)

                                                                               

Önceki                                                                                                                              Sonraki

 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol