GiRAY ERDOGAN net
Ana Sayfa
Genel kultur
ilginc buluslar
Siyasi Sohbetler
=> Siyasi bilgiler
=> Siyasi Bilgiler 1
=> Siyasi Bilgiler 2
=> Siyasi Bilgiler 3
=> Siyasi Bilgiler 4
=> Siyasi Bilgiler 5
=> Siyasi Bilgiler 6
=> Siyasi Bilgiler 7
=> Siyasi Bilgiler 8
=> Siyasi Bilgiler 9
=> Siyasi Bilgiler 10
=> Siyasi Bilgiler 11
=> Siyasi Bilgiler 12
=> Siyasi Bilgiler 13
=> Siyasi Bilgiler 14
=> Ask ERBABI
=> Ataturkten harika bir ders
Anketler
Bilim arastirma
MEDİCAL
GALERi
Siyasi Bilgiler 5

‘DERİN HABER’ Türü İçerikler

Evet, maalesef ülkeler programlanmış robot misali, artık uzaktan kumandalı yönetiliyor. Hürriyet Gazetesi’nin şu çarpıcı haberiyle başlayalım:

22.Eylül.2003 günü, Washington’da d.C.17 Cadde 1150 no’lu ofisin 12. katında, Karanlıklar Prensi diye bilinen, ABD’nin derin devletinden ve Yahudi lobilerinin önde gelenlerinden Richard Perle’nin başkanlığında Türkiye’den gelen katılımcılarla, çok özel ve gizli bir toplantı yapılıyor. İşte katılımcılar:

ANAP’TAN Işın Çelebi. MHP’den Oktay Vural. CHP’den Hikmet Çetin. DYP’den M.Ali Bayar’ı temsilen, Demirel’lerin damadı İlhan Kesici.

AKP’yi temsilen Tayyip Erdoğan’ın özel danışmanı Cüneyt Zapsu.

IMF avukatı ve ekonomi yazarı Prof. Deniz Gökçe ve.

28 Şubat paşası Çevik Bir (not:Çevik Bir’in ismi yazılı sandalye boş kalıyor. Çünkü İsabel Kasırgası yüzünden Çevik Bir o toplantıya yetişememiştir.)

Şimdi soralım, bu sağcıları, solcuları, muhafazakarları, İslamcıları, paşaları kim bir araya getirip eğitip ütülüyor?

Hangi güç, bunlara farklı rollerde oynatıp aynı şeytani amaca hizmet ettiriyor?

Evet Türkiye’yi yönetenleri, kim yönetiyor?

Ertuğrul Özkök’ün 20 kasım 2003 günü Hürriyet gazetesinde “Afganistan’ın siyasi lideri” “Hikmet Çetin’in yeni görevinin adı “Kıdemli Sivil Temsilci”. Bu yazı bize neyi hatırlatıyor?

NATO’nun Hikmet Çetin’e Afganistan’da verdiği görevin tarifi önümde duruyor. Görevin adı, ‘‘Kıdemli Sivil Temsilci.”

Bu görevin 6 maddelik tarifi var

1- İttifak’ın Afganistan’daki siyasi-askeri hedeflerine ulaşmasına yardımcı olmak.

2- Bu amaçla Afgan Geçiş Yönetimi üst düzey yetkilileriyle temasta bulunmak.

3- UNAMA ve AB gibi Afganistan’da faaliyet gösteren diğer kuruluşların yöneticileriyle koordinasyonda bulunmak.

4- NATO siyasası ile uyumlu olarak ve NATO karargahından alacağı talimatlar doğrultusunda, Afganistan’a komşu ülkelerin temsilcileriyle temaslarda bulunmak.

5- Afgan sivil toplum kuruluşları ve siyasetçileri ile uluslararası NG0 (sivil toplum örgütleri) temsilcileriyle temas kurmak.

Ve en önemlisi şu son madde:

6- Kabil’de ittifakın siyasi liderliğini resmen ve açıkça temsil etmek.

Bu görev tarifi içinde Afgan Anayasası’nın oluşturulmasına, güvenlik güçlerinin yapılandırılmasına katkıda bulunmak da var.

ABD’nin Irak’taki temsilcisi Bremer. Ama arada çok önemli bir fark var. Bremer orada işgalci olarak görülen bir ülkenin temsilcisi. Hikmet Çetin ise böyle olmayacak.

Hikmet Çetin’e bu görev önce Türk Dışişleri Bakanlığı’ndan gelmiş. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tam desteğini vermiş. ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, Washington’a çok olumlu ve destekleyici bir rapor göndermiş.

Bu göreve başka ülkelerin de adayları varmış. Ancak Hikmet Çetin’in adı ortaya çıkınca öteki ülkeler adaylarını çekmişler.

Ve bir not daha. Hikmet Çetin’i dün kutlamak için arayan ilk kişi, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel oldu.”

Ve yine 21.Nisan.1989 tarihli Hürriyet’in Manşeti ve Bilderberg’çi Sedat Ergin’in haberi:

“ABD, NATO eliyle ve Subay eğitme bahanesiyle, dost ve müttefik ülkelerin gelecekteki yöneticilerini belirlemek ve buralardaki düzeni ve dengeyi askerlerle kontrol etmek üzere, özel ve önemli faaliyetler yürütüyor!”

Acaba; Beyaz Enerji Operasyonlarıyla trilyonluk yolsuzlukları konuşulan ve Türkmenistan Devlet Başkanı Türkmenbaşı’nın bile, ANAP’lı Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’e “Bizim yarı fiyatına vereceğimiz doğal gazı bırakıp, Rusya’dan 2.misli pahalı Mavi Akıntı anlaşması yapıyorsunuz. Siz ve Mesut Yılmaz hükümetiniz, Türkiye’nin mi, yoksa başka merkezlerin mi, çıkarlarını gözetiyorsunuz?!” dedirtecek kadar çileden çıkartan ve Mesut Yılmaz cephesine bu operasyonları başlatan Jandarma’ya ve onlara yardımcı olan İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’a savaş açtıran bu gelişmeleri kimler planlıyordu? Mason ve Bilderberg’ci Mesut Yılmaz’ın tam başının yanacağı bir sırada, Kara Kuvvet’leri Komutanı Hilmi Özkük’ün 17.Ocak.2001 çarşambasında ve Beyaz Enerji operasyonlarının kritik aşamasında, Sadettin Tantan’ı ziyaret edip, neler görüşüyordu!?

Evet, NATO kanalıyla, BM kararlarıyla, IMF dayatmalarıyla, Türkiye’yi yönetenleri, kimler yönlendiriyordu?

Solcusundan sağcısına. Devrim simsarından din istismarcısına. Mason locasından Moon Hocasına. Görünüşte çok farklı kulvarda ve ayrı rollerde oynayan bu kişi ve kesimlerin ipleri, Amerikan’ın derin devleti olan Yahudi Lobileri’nin elinde ne arıyordu?

İslamcı geçinen münafıklardan, sicilli masonlara. Kiralık köşe yazarlarından, satılmış bürokratlara kadar hıyanet cephesi, bizim Milli derin devletimize “Dikta” derken, Amerikan kirli derin devleti olan siyonist kuruluşlara niye “Thin-tank-Bilgi Üretme Merkezi” diye isim takıyordu?

1899. Ağustosunda, İtalya’nın kuzeyindeki Bellagio kasabasında, ABD ve siyonist kökenli Dış Politika Derneği’nce düzenlenen konferansa:

İshak Alaton, Güneri Civaoğlu, eski Merkez Bankası Başkanı Bülent Gültekin, eski Dışişleri Bakanlarından İlker Türkmen gibi malum şahsiyetlerle beraber, o günkü Fazilet Partisi’nde Yenilikçi Hareketin akıl hocalarından İslamcı Prof. Nevzat Yalçıntaş ne arıyordu?

Ve İlker Türkmen’in: “Türkiye çevresinde ve Ortadoğu bölgesinde sürekli yapıcı, yatıştırıcı, uzlaştırıcı, barışcı bir vizyon üstlenmeli, dünya dengelerini iyi gözetmelidir.Böyle davranması hem dış, hem iç sorunlarının çözümünü kolay hale getirir” sözlerini nasıl alkışlıyordu?

Evet bu ülkeyi kimler yönetiyordu?

Yöneticilerimizi kimler belirleyip başımıza getiriyor ve onları kimler yönlendiriyordu?

Ta Amerika’lardan, Kemal Derviş’leri, iç ve dış politikada kısmen Milli çizgiye kayma eğilimi gösteren CHP’yi kontrol altında tutmak üzere kayyum olarak kim atıyordu?

Kontr-gerilla eliyle en az 200 bin insanın katili olarak bilinen John Dimitri Negroponte adlı bir terörist başını, BM. Baş delegesi olarak tayin eden güce, hala nasıl güveniliyordu?

Ve zaten ABD’de, CIA ve FBI’nın ışında özel NATO konseptleri çerçevesinde, farklı ülkelerde iç savaş ve ihtilal çıkarmak, kanlı baskınlar ve toplu cinayetleri yapmak üzere, Fort Bennig diye bir “komplo okulu”nun ve kontr-gerilla eğitim merkezinin faaliyet gösterdiği ve dost ülkelerden (!) özel çağrılan subay, polis ve ajan yetiştirildiği biliniyordu.

Ayrıca Süleyman Demirel’in de üyesi bulunduğu Adınawer Vakfı’nca her ülkeden özel olarak seçilen masonların, Amerika’da özel eğitim ve deneyimlerden geçirildikten sonra, parti başkanı, Başbakan, Bakan, Devlet Başkanı, üst düzey ekonomik ve stratejik bürokrat olarak geri gönderildikleri ve siyonistlerin dünyayı bunlar eliyle idare ettikleri konusu da pek gündeme getirilmiyordu.

Ve aynı siyonist Amerika’nın, dönemin Türkiye Genel Kurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu gibi şerefli bir kişi ve ekibini, Milli ve haysiyetli bir tavır takındıkları ve Türkiye’nin çıkarlarına sahip çıktıkları için, kötülemeye ve etkisizleştirmeye yönelik girişimleri karşısında, dönemin sözde yetkili yöneticileri niçin susuyordu?

Bener Cordan gibi Erzurum Eğitim Enstitüsünün Müdürü iken, daha sonraları hakkındaki yolsuzluk iddiaları yüzünden 37 bürokratıyla İzmit Ağır Ceza’da yargılanacak birisini. MEB. Müsteşarı yapıp Köksal Toptan, Nahit Menteşe, Nevzat Ayaz, Turhan Tayan, Mehmet Sağlam, Hikmet Uluğbay ve Metin Bostancıoğlu gibi, çok farklı parti ve görüşten Bakanlar döneminde, hiç değişmeden aynı görevde tutan. Sonra bu zatın YÖK üyeliğine atanmasını sağlayanlar, bu gücü nereden alıyordu?

Tekrar soralım ve bunun yanıtı üzerinde lütfen kafa yoralım!

Türkiye’yi yönetecekleri hangi güçler belirleyip seçtiriyor, iktidarda iken yönlendiriyor ve iyice yıpranınca da kaldırıp atıyordu.Veya süsleyip rafa kaldırıyordu?

Evet pek çok faili meçhul cinayeti tezgahlayıp, ordunun üstüne yıkmak. Türkiye’deki Kontr-gerilla, Süper NATO gibi hıyanet odaklarının devamını sağlamak gibi kirli ve gizli işler sorumlusu olan MİT eski Kontr-Terör Merkezi Başkanı iken şimdi Amerika’ya sığınan. 1994′ten itibaren İslamcı yaftasıyla vahşi katliamlar sürdüren Hizbullah örgütünü perde arkasında yöneten adam.

16.Mart 2001′de ise FP. Milletvekili İsmail Kahraman’ın evinde toplanan Yenilikçi Ekip “TÜSİAD’ın emriyle, partinin açıklanmasını Eylül’e erteliyordu?

Korkut Özal’ın kurduğu Demokrat Partinin başına getirilen, Cüneyt Zapsu Tayyib’in akıl hocalığını yapıyordu!

Tayyip ve Abdullah Gül, o sıralar sık sık Amerika’ya uçuyor ve CFR gibi siyonist Yahudi kuruluşlarından talimat alıyordu.

Güler Kömürcü, aylar öncesinden Haber Türk internet sayfasında ” Sol ve Sağ partilerde büyük tasfiyeler yaşanacağı ve Faziletin parçalanacağı” konusunda hazırlıklar yapıldığının yazıyordu.

Hatta 28.1.2001 ATİN-DOS Ana sayfasında “6-7 ay içerisinde Başbakan Ecevit’in ağır şekilde hastalanma ihtimaline karşı alınacak tedbirlerin, ÖKK. Beyaz Ekibinde konuşulduğunu duyuruyordu.

Allah aşkına, bir ülkenin başbakanını hangi tarihte ve ne biçimde hasta olacağına ve ona göre hangi projeler uygulanacağına kadar her şeye karar veren bu dış güçten niye hiç bahsedilmiyordu? Niye bu gerçekler, sürekli ” Komplo Teorisi” diye geçiştiriliyordu?

Hatırlanırsa, Bülent Ecevit, 6-7 ay sonra birden bire ağır hasta yapılıyor, hapishane gibi hastaneye tıkılıyor, ama sonunda firar etmek suretiyle yakasını zor kurtarıyordu!

12.4.2000 tarihli Hürriyetteki yazısında İsmet Solak Vural Savaş ile yaptığı BRT’ deki “Ankara Kulisi” söyleşisinden notlar aktarmış ve “Sözde Aydınlar” başlığını kullanmıştı. İsmet Bey’in yazısı aynen şöyleydi:

“Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, son günlerde belli kişileri ve bazı kesimleri fena rahatsız etmişe benziyor.

“Türkiye en büyük sıkıntıyı, uydurma ve sözde aydınlardan çekiyor!”

Pazar günü BRT’ deki Ankara Kulisi’nde yaptığımız söyleşiden sonra bizim enteller, numaracı cumhuriyetçiler, liboşlar, Sevr dayatmacısı dış uzantılı hainler ve din sömürücülerinden oluşan koro, yine yaygaraya başladı.

Bunlar belli “bir merkezden” düğmeye basılmış gibi, her şeye toplu tepki veriyorlar. Tanzimat’la yeni bir aydın tipi türedi. Bunlar her şeyi Batı’ya göre yorumlayan, taklitçi, ceplerindeki hazır reçetelerle dolaşan insanlar. Avrupa’da moda neyse onu yaparlar. Komünizm moda ise onu savunurlar. Bir bakarsınız ki faşist olmuşlar! Şimdi moda, insan hakları ve demokrasi ya, bu kavramları kendilerine göre yorumlayıp, ülkelerini kötüleyip dururlar”.

Söyleşiden sonra çok arayan oldu. Halkımız bu söylemlere hasret kalmış.

Sn. Savaş, bizim medyadan isim vermedi. Ama çok önemli örnekler verdi.

Şöyle ki;

“Geçenlerde Mehmet Ali Kışlalı, ‘Ajan Gazeteciler’ başlıklı, cesur bir yazı yazdı. Ajan gazetecilerin, bulunduğu ülkede diğer işbirlikçilerle sıkı dayanışma içinde çalıştıklarını ve yeri geldiğinde çok etkili olduklarını, az gelişmiş ülkelerde, gerektiğinde hükümetlerin düşüp düşmemesinde bile etki edecek biçimde kamuoyu yarattıklarını, Cumhurbaşkanı seçimini bile yönlendirecek güce ulaştıklarını yazdı.”

Aynayı ülkemize çevirirseniz bizdeki sözde aydınları görebilirsiniz!

“Bunların üzerine gitmek, belaya bulaşmak gibidir.Yıllar önce dünyanın en etkili istihbarat örgütünün başı, “Biz az gelişmiş ülkelerde bilim adamı kimliğiyle binlerce kişiyi eğittik” demişti. Hangi ülkelerde neler var söylenmedi. Ama ben o zaman öyle bir hesap yaptım; bu rakam eşit dağıtılsa, bizde en az 30-40 bin hain vardır, dedim.

Dönemin Dışişleri komisyonu Başkanı Kamran İnan’ın sözlerini de aktardı:

“Türkiye çarpık eğitim sistemi yüzünden kendi içinde en çok hain yetiştiren ülke konumundadır. Bugün 200 bin civarında böyle beyni kiralanmış insan vardır” dedi. Korkunç bir rakam!

Savaş, bu sözleri söyledikten sonra, sözde aydınların amacını da açıkladı:

“Sadece Atatürk’ümüzü değil, cumhuriyetin kurucularını, devletimizi koruyanları yıpratmak amacıyla ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Devletimizi yıkmaya yönelik mezhep çatışmalarını, Marksist ayaklanmalarını, bölücülüğe kalkışanları ve irtica hortlamalarını mazur göstermek için her yola başvururlar”.

Bu sözde aydınları iyi tanıyın.Onlar hemen yanımızda, hatta içimizde bulunurlar!

Evet Dışişleri Komisyon Başkanı Kamran İnan’ın “Türkiye, eğitim sistemi yüzünden kendi içinde en çok hain yetiştiren ülke. Bugün 200 bin civarında vardır.” Sözünü hatırlatan Başsavcı Vural Savaş gerçeğin ta kendisini söylüyordu!..

Türkiye 27 Aralık 1949 tarihinde ABD ile “Türkiye ve ABD hükümetleri arasında Eğitim Komisyonu kurulması hakkındaki sözleşme” adıyla ikili bir anlaşma imzalandı.

İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde yapılan bu anlaşma ile;
1- Türkiye’deki Amerikan yanlısı kadroların eğitilme programlarının saptanması,
2- Yapılacak harcamaların Türkiye tarafından karşılanması,
3- Bu eğitimden geçenlerin Türkiye yönetiminde üst kademelere atanması, öngörülüyordu.

Yine ayrıca yapılan bu anlaşma ile Türkiye’den ABD’ye gönderilecek Türk öğrencileri, öğretim üyeleri ve kamu görevlileri ile, ABD’den Türkiye’ye gönderilecek olan Amerikalı uzman, araştırmacı ve eğitimcilerin statülerinin içeriği belirleniyordu.

Yapılan bu eğitim Anlaşması 1. Maddesi uyarınca:

Türkiye’de “BİRLEŞİK DEVLETLER EĞİTİM KOMİSYONU” Adı altında bir birim kurulacaktı.

Bu komisyon; parası Türkiye tarafından karşılanacak olan Eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve hem Türkiye hem de ABD tarafından tanınacaktır.

Peki bu komisyon parasal kaynağı nereden karşılayacaktı?

Bu da yapılan anlaşmanın giriş bölümünde belirtilmiştir.

“Türk Hükümeti ile ABD hükümeti arasında, 27 Şubat 1946 tarihinde imzalanan bir başka anlaşmanın 1. bölümünde belirtilen: “ABD’nin Türkiye’ye verdiği kredi faizlerinin yatırıldığı TC Merkez Bankasından!

Bu para Türk hükümetince ödenen bir kaynaktı. Türkiye bu anlaşmayla kendi parasıyla kendini bağımlı hale getiren bir açmaza sokulmuştu. Hem de İsmet İnönü döneminde.

ABD ile yapılan tüm anlaşmalara bakıldığında, ABD’nin çok sinsi bir şeytanlığı ortaya çıkar. O da ABD’nin yaptığı tüm anlaşmaların planlı bir bütünselliğinin yanında, birbiri ile olan tamamlayıcı bir bağlantı içinde olmasıdır. Örnek olarak Eğitimle ilgili bir sözleşmenin ekonomik kaynağının; borç verme anlaşmasının başka bir maddesi ile karşılanmasıdır.

Aynı eğitim anlaşmasının 5. maddesi ise;

“Kurulacak olan bu komisyonun yönetim kadrosunun oluşumunu belirlemektedir: “komisyon 8 üyeden oluşacaktır. Dördü Türk vatandaşı, diğer dördü ABD vatandaşı olacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi, komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir.

1949 yılında imzalanan bu anlaşma ile Türkiye MEB’lığını, ABD denetimine bırakan süreci başlatmış oluyordu.

Bu anlaşma sonucu gelişen dönemlerde “MEB”, Milli Eğitim Bakanlarının bile inisiyatif kullanamadığı bir kurum haline geldi. Anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle beraber binlerce Türk ABD’ye eğitilmek ve etkilenmek için gitti. Yine binlerce ABD’li de Türkiye’ye eğitmek ve etkilemek için geldi ve ABD’ye eğitime giden Türklerin tamamına yakını Türkiye’ye döndüklerinde üst düzey görevlere yerleştirildi.

Bu anlaşma içeriğinde stratejik kararların verildiği bir kurum olan “Milli Eğitim Geliştirme” komisyonu da vardı. Bu komisyon personel hakkındaki politikalardan, uygulanacak ders programlarına, hangi okulların kapanıp hangi okulların yaygınlaştırılacağına kadar bir çok konuda, öneriler (emirler) sunacak konumda bulunuyordu.

1994 yılında bu komisyonda 60 kadar personel vardı ve üçte ikisi Amerika’lıydı. Komisyon başkanı ise Look adlı bir ABD vatandaşıydı. Yine bir başka ABD’li olan Haward Reed isimli şahısın ünvanı ise “Milli Eğitim Bakanlığı Bağımsız Başdanışmanı” olmasıydı.

Oysa Atatürk Nutukta ” Ulusumuzun kurduğu devletin alınyazısına ve bağımsızlığına, sanı ve sıfatı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırmayız” diyordu.

Atatürk böyle diyordu, ama 1963 yılında Başbakan olan İsmet İnönü, bir konuşmasında şunları söylüyordu:

“Daha bağımsız ve kişilik sahibi bir dış politika izlenmesini istiyoruz. Nasıl yapacağım ben bunu? Önce karar vereceğim sonra işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Hepsinin çevresi uzman denen yabancılarla dolu. Bunları iğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya, o da olmazsa karşı tedbir almaya çalışıyorlar. Bir görev veriyorum, sonucu bana ulaşmadan Washinton’un haberi oluyor. Bağımsızlık savaşından sonra Lozan’da esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durumdu. Bütün mücadele; idaremize yapılan müdahale yüzünden oldu. Bir tek uzman vermek için büyük ödünler vermeye razı idiler. Direndik ama olmadı ve imzayı attığımızın ertesi günü sözde uzman-danışman diye, bu ajan adamlar maalesef ülkemize gelmişlerdir. Bunların personeli, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök, gitmezler! Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne iç ne de dış politikalarınızı bağımsız olarak yürütemezsiniz. Fakat sanmayınız ki bu kolay iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez!?”

İnönü yabancı uzmanlar hakkındaki görüş ve şikayetlerinde haklı mıydı? Evet, ama bunun asıl suçlusu ve sorumlusu kendisiydi. Çünkü hem zafer diye sunulan Lozan’da bu dayatmayı kabullenmiş, hem de 1949′da kendi döneminde ABD ile yapılan eğitim anlaşmasını da, bile bile imza etmişti.

1975 yılında “Amerikan Yardım Teşkilatı” (AID) Türkiye’deki faaliyetlerinin sonucunu öğrenmek gayesiyle, rapor hazırlaması için bir uzman gönderiyordu. Bu uzman Richard Podol isimli ABD’liydi. Hazırladığı raporda: “Türkiye’de önemli mevkilerde Amerikan eğitimi almamış bir Türkün bulunduğu bakanlık ya da iktisadi devlet kuruluşu (KİT) hemen hemen kalmamıştır. Şu an müsteşarlık ve genel müdürlük mevkilerinde bulunanların ise, daha yüksek görevlere kısa zamanda geçmeleri yakındır” demektedir.

Peki 2003 yılında durumumuz ne halde dersiniz! Şu an bizleri yönetmeye talip olanlar Türkiye’nin ve halkın yararına diyerek neler yapıyorlar?

Uluslararası finans kuruluşu olan IMF, Türkiye cumhuriyeti hükümetine “Bankacılık düzenleme ve denetleme kurulunu, 23 Eylüle kadar (1999) kurmayı taahhüt etmiştiniz, yerine getirmediniz. 15 Ekim tarihine kadar (1999) sözünüzü yerine getiriniz.” Tehdidinde bulunuyordu.

IMF Türkiye şefi Corlo Cotterelli 27/08/99 tarihinde Washington’da: “sosyal güvenlik reformunun onaylanması Türkiye için önemli bir adım. Bu bize, Türk hükümetinin verdiği taahhütler doğrultusunda reform sürecine devam ettiğini gösteriyor” diyordu.

Ama o günkü koalisyonun ANAP’lı Bakanı Yaşar Okuyan: Türkiye Cumhuriyetinin hiçbir hükümeti, dış dayatma ile yasa yapmaz. Biz yasaları Türk halkı için çıkarıyoruz” diye hava atmaya kalkıyordu, fakat TİSK Başkanı Refik Baydur’un hışmına uğramaktan da kurtulamıyordu.

Bu arada İngiliz ekonomist Balaght IMF ile ilgili olarak “IMF oyunun kurallarının zorla kabul ettirilmesi konusunda, aynen sömürgeci yönetimlerin yerini almaktadır.” Diyerek IMF’nin gerçek misyonunu deşifre ediyordu.

Dönemin Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz ve Cumhur Ersümer Ecevit’in 26 Eylül 1999 ABD ziyaretinden birkaç gün önce, sessizce ABD’ye uçtular. Bu ziyaret resmi olmamasına rağmen ABD’li enerji lobileriyle görüşmelerde bulundular. Daha sonra Ecevit heyetiyle birlikte resmi geziye katılan Ersümer, Türkiye’de enerji sektörüne yatırım yapacak şirket yöneticileri ve ABD enerji bakanlığı yetkilileri ile gizli bir toplantı yaptı. Tahkimle beraber uyum yasalarının ne zaman çıkarılacağını soran ABD’li yatırımcılara Ersümer:

“TBMM açılır açılmaz bu isteğiniz yerine getirilecek” diyerek ve “Siz bu arada yatırımlarınızla ilgili çalışmaları hızla yürürlüğe koyun” şeklinde, hükümetini meclisin üzerinde zannederek ve hem de daha henüz çıkmamış yasalarla ilgili, yabancı yatırımcılara söz verebilme hakkını kendinde görerek, bunları yapmıştı.

Aynı gezinin dönüşünde Esenboğa havalimanında yaptığı basın toplantısında Ecevit gazetecilere şunları söylüyordu:

“Türkiye-ABD işbirliğinin önemini vurguladık. TÜRKİYE İLE ABD STRATEJİK BİR PARTNERDİR?”

Barzani ve Talabani’yi Kürt Federe Devletinin kurulması için anlaşmalarını sağlamak ve birbiriyle uzlaştırma gayesiyle Washington’da buluşturan. Ve yine Washington’da PKK’nın büro açmasına ve faaliyet yapmasına müsaade buyuran, MGK’nın gündeminden düşmeyen Fethullah Hoca’yı ağırlayan ve misafir eden bir PARTNER’di, Ecevit’in ABD’si.

Aynı ABD 1997 yılında Teksas’ın bağımsızlığı için mücadele eden ayrılıkçı örgüt lideri Richard Mc Loren’u ve 99 yardımcısını 56′şar yıl hapis cezasına çarptırmıştı.

Halbuki ABD Dış İşleri Bakanı Madeleine Albright:

“Biz dünyanın en güçlü devletiyiz. Yeryüzünün en önemli unsuru olarak dünyayı çocuklarımız, torunlarımız ve tabi, BİZİM KURALLARIMIZA UYAN diğer ülkelerin insanları için daha güvenli hale getirmek amacıyla gereken HER ŞEYİ YAPACAĞIZ” diyordu.

Ersümer’in Doğalgaz anlaşması için gittiği Türkmenistan’da ise, Türkmenbaşı’ndan şu sözleri duyuyordu:

“Türkmenistan gazı Türk aileleri için dünya fiyatlarının yarısı kadar daha ucuzdur, bin metreküpü 70 dolardır. Ancak siz 114 dolara Rusya’dan gaz alıyorsunuz. Türk politikacılar Türk halkının ihtiyaç ve menfaatlerini çok fazla düşünmüyor galiba, bana öyle geliyor?”

Dünya otomobil devi sayılan FORD’a verilen 1.sınıf tarım arazisi olan (SEKA) arazisi ile ilgili eleştirilere kızan Cumhurbaşkanı S.Demirel:

“Ben böyle yatırımlar için Çankaya’nın bahçesini bile veririm” diyordu.

Evet bu yapılan akıl almaz hatalar ve teslimiyetçi politikalarla ilgili örnekleri bu kadarla yetinerek önemli bir hatırlatmada bulunalım.

1921 yılında New-York’ta Siyonist sermayenin önderliğinde CFR (Councıl On Foreın Relation) kurulmuştur. Kurucu üyelerin tamamı Round Table üyeleridir. Kurucu üyelerin ortak özelliği; tamamının siyonist olmalarıdır.

Wilson ile başlayan bu süreçte; öncelik olarak İspanya, Osmanlı, Avusturya ve Almanya’nın parçalanması hedeflenmiş ve başarılmış, daha sonra Milletler Cemiyeti kurulmuş ve bu cemiyetin 1946 yılında tüm hakları Birleşmiş Milletlere devredilmiş, Avrupa uzantısı olarak da “Bilderberg’in (1964) kurulması kararlaştırılmıştır. Yirmi yıllık süreçte değişik ülkelerde meydana gelen savaşlar, devrimler, ihtilaller, komplo ve politikalar sonunda 1973′te yine CFR güdümünde ekonomik emperyalist sermayenin (ABD-Japonya-Avrupa) Trilateral Commission’un kurulması, ABD’nin bütün istihbarat teşkilatlarının CFR’nin denetimine sokulması (1975), Triteralist (CFR) üyelerinin ABD Başkanlıklarına oturmaları (Ford, Carter, Reegan ve Bush) ve bugün hala devam ede gelen bir süreci ortaya koyarak, bugün ABD’nin de siyonist işgal altında bulunduğunu hatırlatmaya çalıştık.

Bu durumdan son derece rahatsız olan ABD’deki Milli ve Yerli düşünce sahipleri de, ülkelerini Siyonizmden kurtarma çabaları içindedir ve çok önemli ve ümit verici mesafeler alınmıştır.

Yukarıda CFR Başkanları arasında dikkat ettiyseniz, Clinton ismini almadık. Çünkü bundan önceki son seçimlerde Yahudi ve Ermeni lobisinin adayı Dole idi. Ve Clinton’a karşı seçimi kaybetmişti. Yahudi ve ermeni lobisinin adayı, ABD tarihinde ilk defa seçim kaybediyordu. Bu bir bakıma, ABD’de güç dengelerinin değiştiği anlamına da geliyordu.

Vurgulamak istediğimiz; ABD’yi de artık iki yönlü olarak izlememiz ve değerlendirmemiz gerektiğidir.

İşte güdümlü demokrasi !

Partiler, liderler ve onların solcu, sağcı, ılımlı gibi etiketleri hep göstermelikti…Hangi partinin başına kimin geçeceğine, hangi partinin iktidara getirileceğine, bu siyonist merkezler karar veriyor… Emirlerindeki Medya ve Masonlar yoluyla halkı o yöne manipüle ediyor ve bunun adına da “hür seçim ve demokratik rejim” deniliyordu.

Türkiye’nin parçalanmasını ve Kürdistan’ın mutlaka kurulmasını öngören, Sevr’in milletten gizlenen 62, 63, ve 64. maddelerin hayata geçirilmesine, bir nevi hazırlık mahiyetindeki

“Halkların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasını” içeren ve ikiz yasa diye bilinen hıyanet sözleşmeleri,

Orduyu her yönden etkisizleştirmeye ve güdükleştirmeye yönelik 7. uyum paketleri,

- Orduya Lojistik destek sağlayan TÜBİTAK’ı siyasallaştırma niyetleri

- Üniter yapıyı ve merkezi otoriteyi zayıflatmaya hedefleyen “Yerel Yönetimler ve Kamu Personel” yasa teklifleri

- VE İMF’nin dayatmasıyla, Bakanlıklara bağlı Bölge Müdürlüklerinin feshedilmesi yolundaki, sözde” demokratikleşme ve değişme” gibi yaldızlı kılıflar altındaki sinsi girişimleri bu AKP’ye ve partneri CHP’ye hangi güçler dayatıyordu?

Her ikisi de siyonizmin güdümünde bulunan, ABD gibi AB’nin de hedefi, aynen Yoguslavya misali Türkiye’nin etnik ve mezhebi bahanelerle parçalanmasıdır.Bunun ilk adımı da önce şuurlu müslümanların sonra büyük çoğunluğu oluşturan sünni müslümanların yönetimden uzaklaştırılması, etkisiz ve yetkisiz kalabalıklar statüsüne sokulması, yani moda tabirle “laytlaştırılmasıdır”. Azınlıklar ve onların haklarının korunması bahanesiyle, kürtlerin ve alevilerin kışkırtılması da bu amaçladır.

Patrikhane’nin ekümenlik kazanmaya çalışmasını, adamların kendilerini Bizans İmparatoru, Pontus Kralı olarak ortaya atmasını, sadece basit bir şov olarak algılamak ta yanlıştır. Bunlar çok sinsi ve şeytani planların ilk somut adımlarıdır.

Prof. Hüsrev ve Kezban Hatemi çiftinin Hahambaşından Patriğine, papazından Süryani liderine, Diyanet Başkanından ermeni Ruhanisine, farklı din ve mezhep mensuplarına ve bazı masonluğu malum ve meşhur konuklara verdiği ve ne hikmetse bir tek başörtülünün bile görülmediği ve de o görkemli masrafların nasıl karşılandığının merak edildiği iftar ziyafetinde, Sn. Hatemi’nin dile getirdiği “ortak bir sevgi dini” oluşturma hedefleri de, Layt İslam girişimlerinin bir uzantısı olarak algılanmalıdır.

Farklı din ve mezheplerin, adil bir düzen çerçevesinde ve birlikte barış içerisinde yaşama şartlarını istemek ve bu yolda gayret göstermek, elbette alkışlanacak ve saygı duyulacak bir olaydır. Ancak bütün bu masum ve mübarek arzuların, İslam’ın yozlaştırılması, vatanımızın parçalanması gibi sinsi amaçlara sevimli bir araç olarak kullanılmasına da göz yumulmamalıdır.

Bütün insanlara ve özellikle inananlara en şedit düşman olan Siyonist Lobilerin “kiralık kabadayısı” Amerika, Müslüman ülkelerin ve hele Türkiye’nin sanayisinden siyasetine, turizminden ticaretine, eğitiminden TRT’sine, ordusundan ailesine kadar, her şeyimize burnunu sokmuş ve kancayı takmıştır.

Osmanlının yıkılışı ve Kurtuluş Savaşı’nın yapılışı sırasında, meşhur Wilson prensiplerini yaymak ve Türkiye Ermenilerini kurtarmak üzere içimize giren ve işlerimizi yönlendiren Amerika, daha o yıllarda bile kurtuluşu “Amerikan Mandacılığında” arayan tipler ve taraftarlar buluyordu.

Derken Türkiye Rus tehlikesi ile NATO’ya girmeye, kominizm korkusuyla Amerika’ya güvenmeye mecbur ve mahkum ediliyordu.

Marshal yardımlarıyla sanayimiz söndürüldü. Amerika’nın özel tavsiyesi olan nüfus ve aile planlamasıyla, ana rahmindeki bebeklerimize kadar sinsice ve sistemli şekilde öldürüldü. Sözde barış gönüllüsü Amerikan ajanları, eğitim ve sağlık kuruluşlarımıza sokuldu. Nice değerlerimiz, belgelerimiz yok oldu.

Kalkınma planlarımız, dış politikamız, askeri sırlarımız velhasıl en mahrem dosyalarımız, artık Amerikalı uzmanların elinde bulunuyordu.

Amerikan Gizli İstihbarat ve tahribat örgütleri gençliğimizi iki düşman kampa ayırıyor, sağcıları solculara, solcuları sağcılara kırdırıyordu.

Sokaklarda, sözde Amerikan aleyhtarlığı yapan solakları ve salakları bile yönlendiren yine Amerika’ydı ve nice 1 Mayıslarda işçilerimizi meydana döküp birbirine saldırtan, hep Amerikan ajanlarıydı.

Artık Türkiye’nin en gizli istihbarat raporlarından Büyük Millet Meclisi zabıtlarına, Devlet büyüklerinin görüşmelerinden, üst mahkeme kararlarına kadar, her şeyimiz Amerikan uzmanlarının emrine ve denetimine açıktı.

Amerikalı uzmanların olurunu ve onayını almadan, hiç kimse bu ülkede önemli mevkilere gelemiyordu.

Masonların icazesi, ihtilallerin vizesi ve başbakanların tazesi, hep Amerika’dan gönderiliyordu.

Amerikan rızasına göre değil de, kendi milleti adına ve ülke yararına karar vermeye heveslendiği ve Müslümanlara fazla yüz verdiği için, ihtilaller yapılıyor ve başbakanlar asılıyor, ve 28 Şubat gibi post-modern darbeler tezgahlanıyordu.

Amerika’nın her direktifini, mukaddes bir tanrı buyruğu kabul eden İsmet İnönü bile, Kıbrıs’taki Rum katliamlarına karşı, eski paşalık numarasını çekmeye yeltenince, ABD Başkanı Johnson’dan bir tehdit alıyor, bunun üzerine ” o zaman yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de orada yerini alır” gibi Amerika’ya, kendi aklınca şantaj yapmaya kalkışıyor, ama sonunda ana muhalefet liderliğinden bile atılıyor, Ecevit ve ekibine alt ediliyor ve Halk Partisinin başından uzaklaştırılıyordu !?..

Amerika selpak kağıdı gibi, daha nicelerini başbakan olarak kullanmış, eskiyip kirlenince de bir kenara atmıştır!

“Yenisini bulduğumdan eskisinin hükmü kalmamıştır” mantığıyla Amerika, ne karaktersiz sahtekarları kahraman yapmış, hizmetinde çalıştırmış, sonra da gözden çıkarmış, en sadık kölelerini bile devre dışı bırakmıştır.

Ve zaman gelmiş Amerika’da çağ atlamış ve Türkiye’yi telefonla yönetmeye başlamıştır.

Bunca taviz ve teslimiyete rağmen, Amerika hala bizden razı olmamış ve Türkiye’ye düşmanca tavrını bırakmamıştır.Ermeni meselesinde, Kuzey Irak meselesinde, Kıbrıs meselesinde hep bizi arkadan bıçaklamıştır.

Peki Türkiye olarak geldiğimiz nokta nedir? Önümüz aydınlığa mı açılıyor? Yoksa giderek karanlığa mı gömülüyoruz? İleriye dönük nasıl bir bakış açımız olmalıdır?

Bakınız ABD Eski Başkanı Bill Clinton’un ülkemizi ziyaretinde itiraf etmeye mecbur kaldığı; Türkiye’ye bakışı:

“20. Yüzyılın ilk elli yılı Osmanlı İmparatorluğunun mirasının paylaşılmasının yol açtığı çekişmeler ve değişiklerle geçti. 21. yüzyılın ilk elli yılı da Türkiye’nin alacağı doğrultuyla şekillenecektir. Türkiye modelinin, hem İslam dünyası, hem Türkiye’nin bulunduğu bölge, hem de Avrupa için çok büyük etkileri olacaktır.”[30]

Evet, Türkiye hem Avrupa, hem İslam dünyası ve özellikle bulunduğu bölge açısından çok büyük önemi olan bir ülke. İşte Türkiye bu potansiyel imkanlarını nasıl öne çıkarabilir? Türkiye’nin demokratik ve ekonomik modeli ne olabilir? Hangi siyasi partinin program ve projeleri örnek alınabilir?

Evet, bu sorulara verilecek tek cevap MİLLİ GÖRÜŞ olacaktır. Aranan lider de ERBAKAN Hocamızdan başkası değildir.

“Nasıl olur? Bu parti 4 defa kapatıldı, % iki-üçlerin altında kaldı? Diye sorulacak olursa:

Evrendeki ve yeryüzündeki her şey “Adetullah” denen ilahi kurallar çerçevesinde cereyan etmektedir. Tarihi inkılaplara baktığımızda bir benzerlik görülecektir. Bu benzerlik Cenabı Hak’kın genel bir kanunu ve takdiridir. Çünkü Allah’ın kanununda ve takdir programında bir değişiklik asla söz konusu değildir.

Hz.Yunus (AS) ın balığın karnında kıvrandığı an. Hz.İbrahim (AS) mın ateşe atıldığı an. Ve en nihayet Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin Medine’ye hicreti sırasında sığındığı mağarada örümcek ağı ile saklandığı an, aslında en güçlü ve güvenli oldukları anlardı! Çünkü bu anlar, Allah’ın yardımının yetiştiği anlardır!

İşte ABD’yi daha da hırçınlaştıran ve İsrail’i çılgınlaştıran gerçek budur! Ama korkunun ecele faydası olmayacaktır.

“Batı Kulüp’le” İslam’ın hesaplaşması kaçınılmazdır. Değişik renklere bürünseler ve farklı “ring”lerde dövüşseler de, temelde aynı yanlış düşünce sahiplerini belirtmek için, hem doğru, hem çarpıcı, hem de orijinal tanım ve tespitler yapabilmek, büyük bir beyin ve bilgelik işidir. Erbakan Hocanın batıl kafalı sağcı ve solcuları tanıtmak için kullandığı “BATI KLÜPÇÜ” tabiri de, siyasi literatürümüze (edebiyatımıza) kazandırılmış çok ilmi bir gerçeğin, mizah yollu ifadesidir.

Geçen seneler Amerika’da yayınlanan “Foreign Policy” adlı dergide S. Lind adlı yazar” Batı Kültürünü Savunurken” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Batı Kültürüne üyelik için ırki bağ gerekmez. Geleneksel Musevi-Hıristiyan değerlerini kabul eden herkes batılı olur”.

Ve yine Amerikan yönetimine ve Yahudi Lobisine yakın kişilerin kurduğu ve bir zamanlar ABD’nin Ankara Büyükelçisi olan meşhur Siyonist Morton Abromowitz’in başkanı bulunduğu “Cernegy Badowment” adlı araştırma komisyonunun çıkardığı bu dergideki yazıda çok ilginç itiraflara yer veriliyordu:

Yazar; bugün yeryüzünde devam eden çatışmaların temel nedeni “Mevcut Batı Kültürünün, kendisini bütün dünyaya benimsetmesine itiraz edenlere karşı açtığı bir savaştır” diyor ve Yahudi ve Hıristiyan değerlerinin bütünü olarak tanımladığı “BATI MEDENİYETİNİN; (Türkçe’si zulüm, sömürü, ahlaksızlık düzeninin) dünyaya hakim olmasını önleyen en büyük engelin ise “İSLAM” olduğunu ifade ediyordu.

Batıl olduğu, yani haksızlık temeline dayandığı için, batmaya yüz tutan hazır batı medeniyetine en büyük rakip ve tehdit olarak gösterdiği İSLAM’ı etkisiz hale getirmek için de, yazar şu tekliflerde bulunuyordu:

1-İslam dünyasındaki ayrılık sebeplerini karıştırmak ve kışkırtmak.Örneğin sünniye karşı şii, islahatçıya karşı radikal, Araba karşı Acem, Türk’e karşı Kürt gibi ırk, mezhep ve meşrep farklılıklarını düşmanlığa dönüştürmek ve İslam birliğini kesinlikle önlemek.

2-Rusya’yı Batı’nın tam ortağı haline getirmek.Rusya’nın insan potansiyelini, büyük zenginliklerini ve kültür birikimini, Batı Medeniyetinin (yani Siyonist zihniyetin) hizmetinde değerlendirmek.

3-Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, Müslüman-Türk Cumhuriyetlerin kendi aralarında ve islami değerler etrafında bir birlik oluşturmasına ve İslam dünyasıyla kucaklaşıp kaynaşmasına asla fırsat vermemek! Oradaki islami eğitimi de, ılımlı ve Batı ile uyumlu kimselere terk etmek. Aksi takdirde Osmanlının 1683 yılında yaptığı Viyana kuşatmasından sonra, batı dünyası en büyük bir tehdit ve tehlike ile karşı karşıya gelecektir.

4- Stratejik savunma girişimini yeniden canlandırmak.Çünkü batının nüfusu giderek azalıyor ve ihtiyarlıyor.Teknoloji ise, artık her yerde gelişiyor ve batıya karşı başka tehlikeler güçleniyor.

5- Türkiye’deki siyasal islamın (Erbakan’ın) gelişmesine ve özellikle iktidara yürümesine mutlaka engel olmak.Çünkü Türkiye elden çıkarsa, bütün islam alemi, hatta bütün Eski Dünya( Asya, Avrupa, Afrika) elden çıkmış demektir.

Bütün bu gerçekleri hem de bir Amerikan dergisinde okuduktan sonra Erbakan Hoca’nın tabiriyle içimizdeki “BATI KLÜPÇÜ” lerin bilerek veya bilmeyerek, kime hizmet ettiklerini ve BATI KLÜPÇÜ partilere ve en son AKP’ye destek verenlerin ne korkunç bir vebal yüklendiklerini, şimdi daha iyi anlıyor ve milletimizi uyarıyoruz.

Ve bir kez daha hatırlıyoruz ki, Hz. Adem’den beri süre gelen “Hak ile Batıl’ın savaşıdır.Artık hangi safta olduğunuzu bilmek ve durumunuzu değerlendirmek zamanıdır! “OY” larınız bir kurşun değerindedir, hatta bir atom bombası yerindedir.İslam’ın ve insanlığın tahribinde kullansınlar diye “oy”larınızı Batı Klüpçü partilere teslim etmek, bir nevi intihar sayılacaktır.Milli güçlerin iktidarı ise, yeni bir dünyanın ve mutlu bir devranın başlangıcı olacaktır.

“Amerika dünyayı kontrol ediyor, biz Yahudiler ise Amerika’yı kontrol ediyoruz” diyen İsrail Baş katili Ariel Sharon ve Siyonist Cumhurbaşkanı Moshe Katsav, AKP iktidarının en saygın konukları olarak Türkiye’de ağırlanmıştır ve T.Erdoğan’a övgüler yağdırılmıştır!?

Ve işte AKP ve benzeri masonik merkezli parti ve hükümetlerin güdümüne girdikleri ve hizmet etmekle şeref bulacaklarını zannettikleri ABD Bush yönetimindeki en etkili ve yetkili isimler:

1-Paul Wolfowizt:Yahudi .Savunma Bakan Yardımcısı

2-Marc Grosman: Yahudi. Dışişleri Bakan Yardımcısı

3-Richard Perle: Yahudi. Pentagon Politik Komite Başkanı

4-Henry Kıssınger:Yahudi.Savunma Bakanlığı Irak Danışmanı

5-Douglas Feith: Yahudi. Savunma Bakanlığı Mali İşler Başkanı

6-Dov Zakhaim: Yahudi. Savunma Bakanlığı Mali İşler Başkanı

7-Edward Luutwak: Yahudi. Milli Güvenlik Araştırma Uzmanı

8-Kenneth Edelman: Yahudi. Pentegon Savunma Strateji uzmanı

9-I.Lewis Libby: Yahudi. Dick Cheney’in Kurmay Başkanı

10-Robert Satlof: Yahudi. Beyaz Saray Milli Güvenlik Danışmanı

11-Richard Hass: Yahudi. Dişışleri Bak. Planlama Başkanı

12-Elliot Abrams: Yahudi. Milli Güvenlik Konseyi Bş.Yardımcısı

13-Mel Sembler: Yahudi. ABD Export-ımport Bankası Başkanı

14-Mıchael Chertoff : Yahudi. Adalet Bak.Baş Savcı Yardımcısı

15-Steve Goldmith: Yahudi.Bush’un Yahudi Lobileri Başkanı

16-Samuel Boldman: Yahudi.Ticaret Bakanı Yardımcısı

17-Bonnie Cohen: Yahudi.Yönetim Bakanı Yardımcısı

18-Licoln Bloomfield: Yahudi.Dışişleri Bak.Siyasi ve Askeri İşler Yardımcısı

19-Ruth Davis: Yahudi.Dışişleri Bakanlığı Yabancı Servis Enstitüsü Başkanı

20-Ari Fleischer: Yahudi. Beyaz Saray Basın Sözcüsü ve Siyasi Danışmanı ve İsrail Vatandaşı

21-Robert Zoellick: Yahudi. ABD Ticaret İşleri Müsteşarı

22-Joshua Bolten: Yahudi. Bush’un Politika Baş Danışmanı

23-Adam Goldman: Yahudi. Beyaz Saray Yahudi İlişkileri Müsteşarı

24-Joseph Gildernhorm: Yahudi. Bush’un Seçim Komitesi DC. Finans Başkanı

25-Christoper Gersten: Yahudi. Koalisyonu Cumhuriyetçi Kanadı

26-Mark Weinberger: Yahudi. Maliye Bakanlığı Vergi Politikası Yardımcısı

27-Jay Lefkowitz: Yahudi. Bütçe Genel Danışmanı

28-Dawid Frum: Yahudi. Beyaz Saray Konuşma Metinleri Yazarı

29-Brad Blakeman: Yahudi. Beyaz Saray Program Direktörü ve Protokol Uzmanı

30-Colın Powel: Dışişleri Bakanı. Eski Genel Kurmay Başkanı. Anası Jamaıka asıllı, baba tarafından Yahudi. Newyork’un Yahudi mahallesinde büyümüştür. Çok iyi İbranice konuşmaktadır.

Evet artık siz karar verin: ABD’yi kim yönetiyor? Ve, ABD’nin güdümüne giren, niye aslında İsrail Siyonizmine hizmet ediyor!

İşte Amerika’yı ve bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de bu Siyonist Yahudi merkezleri yönetmektir.

Ama şeytani saltanatların ömrü tükenmiştir ve sonları gelmiştir.

1999-2003 yıllarında İsrail Meclis Başkanlığı da yapan insaf ehli Abraham Burg, The Guarden gazetesine verdiği demeçte feryat ediyor: “Siyonizmin sonu yakındır!”

Abraham Burg şunları söylüyor:

İsrail ulusu, yolsuzluktan ibaret bir inşaat iskelesinin içinde, baskı ve zulümden dolayı çürük bir temelin üzerinde duruyor. Şu halimizle Siyonist girişimin sonu, kapımızın eşiğinde sayılır. Bizim nesil, hakikaten son Siyonist nesil olabilir!

Gevezeden geçilmeyen İsrail’de, herkes bir anda dilini yuttu. Çünkü söyleyecek söz kalmadı. Gümbür gümbür bir başarısızlığın ve yıkıntının ortasında yaşıyoruz!

Yahudiler, iki bin yıldır, yeni silahlara, bilgisayar programlarına ve füze savarlara öncülük etsinler diye çırpınmadı. Hani diğer ülkelere ışık tutacak. Dünyaya huzur saçacaktık. Yapamadık. Bu böyle gidemez. Araplar çaresiz başını önüne eğip, utanç ve öfkesini sonsuza dek içine atsa bile, bu böyle gitmez.

Siyonizm’in üst yapısı, yıkılan ucuz bir Kudüs düğün salonu gibi, çökmeye başladı.Alt katta kolonlar yıkılırken, hala üst katta oynamaya, ancak aklını kaçıranlar devam eder.

Yanı başımızda tecavüze uğrayan kapı komşumuz müslüman kadının çığlıklarına. Kocası öldürülen ve yetimlere ekmek bulamayan annelerin feryadına kulak tıkıyoruz.

Filistinli çocukların, tepeden tırnağa nefrete bürünmüş halde, gelip İsrail’lerin hayal dünyalarının göbeğinde intihar edip, kendilerini havaya uçurmalarına akıl erdiremiyoruz. Çünkü biz onların hayatını işkenceye çevirdik, ölümü yaşamdan hayırlı hale getirdik. Günde bin elebaşı da öldürsek hiçbir şeyi çözemeyiz. Çünkü bu liderler alttan geliyor, nefret ve öfkenin kaynağından. İsrail’deki adaletsizlik ve ahlaki çürümenin batağından besleniyor!

Artık, Uluslar arası toplum tarafından Yahudi ulusu ile Filistin ulusunun meşru vatanları adil şekilde belirleyip bölünmelidir.

İsrail işgal ettiği bölgelerden ve tüm haksız yerleşimlerden vazgeçmelidir.

Şaron hükümetinin yerine, bir yenisi değil, İsrail ve değerlerinin yıkımını engelleyecek bir alternatif gereklidir.

Dışarıdaki dostlarımız da, bize ellerini uzatıp, barış, adalet ve eşitlik toplumu olarak, bölgede huzuru sağlayacağımız ve diğer ülkelere de örnek olarak ışık tutacağımız günlere doğru gitmemize yardım etmelidir.

İsrail Meclis Başkanı Abraham Burg’un bu insani çığlıkları takdire değerdir.Ama kendisinin de ifade ve itiraf ettiği gibi, artık çok geçtir ve Siyonist Şaronlar, hiçte geri adım atma ve barışa yanaşma niyetinde değildir.

Özellikle son bir asırdır dünyayı cehenneme çeviren bu vahşi Siyonizm, ve onların güdümündeki Gizli Dünya Devletinin, en büyük ve birinci korkuları ise:

Otuz yıldır, ondan kurtulmaya çalıştıkları. Onu yıpratmak ve devre dışı bırakmak için her yola başvurdukları halde bir türlü başaramadıkları.

Ve Sn.Recai Kutan’ın başkanlığındaki FP ekibinin ABD seyahatinde ziyaret ettikleri Yahudi Lobileri Temsilcilerinin itirafıyla “Elimizdeki listeye ve çok titiz tespitlerimize göre, yeryüzündeki bir numaralı Antisemitik (Siyonist karşıtı) olarak tanıdıkları ve ona göre tedbir aldıkları bilge ve büyük şahsiyet ise Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocadır.

Ve Erbakan Hoca’nın Yahudiler dahil, bütün insanlığa huzur ve hürriyet sunacak kutlu kervanı, mutlu zafer iklimine varmak üzeredir. Erbakan’ın Adil Düzen’i , Mili Çözümleri, ilmi, insani ve İslami reçeteleri gavurları tedirgin etmektedir. Erbakan, barbar batılılar için hazırlanmış batıl reçetelerin, bizim bünyemize ve milli benliğimize uymayacağını, ekonomik ve sosyal hastalıklarımızı azdırmaktan başka işe yaramadığını ve yaramayacağını söylemektedir. Erbakan “Asla zulmetmeyen ve zulme rıza göstermeyen” bir sistemi öngörmektedir. Ezmeyen, ezilmeyen ve mazlumu ezdirmeyen bir düzeni. Sömürmeyen ve hakkını yedirmeyen bir düşünceyi yerleştirme peşindedir.

(Milli Çözüm Araştırma Ekibi, Şubat 2004)

 

Tuncay Güney’in MİT adına Ergenekon’a sızdığını gösteren belgeden sonra, Güney’in ortaya attığı ağır iddialar iyice ciddiyet kazandı. İşte ilk altısı.

Tuncay Güney 2001′de polise verdiği ifade ve kendisinde ele geçirilen belgelerle Ergenekon soruşturmasına yön veren isim olarak gündeme geldi. Güney soruşturma sürecinde de örgütün faaliyetleriyle ilgili şok açıklamalarda bulundu. Güney’in bir dönem MİT adına Ergenekon’un içine sızarak bilgi topladığının ortaya çıkması bu açıklamaları da da önemli hale getirdi:

JİTEM bünyesindeki bazı subaylar, TSK’nın 6 bin silahını PKK’ya sattı. Silah kaçakçılığını öğrenen eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve JİTEM’ci binbaşı Cem Ersever öldürüldü. Kaçakçılık ortaya çıkmasın diye, Kırıkkale Silah Fabrikası patlama süsü verilerek bombalandı.

Başbakan Erdoğan’a, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sırasında suikast planı yapıldı ama Ergenekon örgütünün 1 numarası, suikastı onaylamadı.

Sabancı suikastını, bilindiği gibi, DHKP/C’li 3 genç değil, bir yüzbaşı işledi. Uyuşturucu yüzünden işlenen cinayetlerden önce, gençler kameranın önünden geçirilerek, kameralara yakalanmaları sağlandı.

Susurluk kazası gerçekte bir senaryoydu. Aslında orada Mehmet Ağar da ölecekti.

Mafya yeniden yapılandırıldı, başa Sedat Peker ve Sami Hoştan getirildi. Kürt işadamları, Sakarya’da örgüt tarafından sorgulandıktan sonra öldürüldü ve cesetleri TEM Otoyolu’na atıldı.

PKK’yı Ergenekon yönlendiriyor.

(27.11.2008, aktifhaber.com)

 

Buraya herkes giremez

Ankara’da kim kiminle iş peşinde, kim kiminle kontakta, kim kimin koynunda diye meraktaysanız, İran caddesinde turlamanız yeterli.

Caddenin başında Kavaklıdere Tenis Kulübü ve Papermoon karşılıklı olarak Ankara’nın güçlü isimlerini ağırlarlar. Sol boy üzerinde ise Hilton ve Sharaton Otelleri eskisi kadar olmasa da önemli buluşmalara sahne olur.

Caddenin en kilit mekanı Kavaklıdere Tenis Kulübü’dür. “Paranın gücünün girmeye yetmediği alan” statüsündeki kulübün her üyesi seçmedir ve müesses nizamın güçlü isimlerinin vazgeçilmez buluşma mekanıdır.

İçeriye kapağı atabilmeniz için 7500 YTL gibi bir “bağış”ta bulunmanız gerekiyor. Yıllık aidat ta cabası. Ama bu sorun değil. İçeriden iki üyenin referansı gerekiyor. Bu referansları temin ettikten sonra asıl zorlu kısım başlar. Çünkü mevcut üyelerin oybirliği ile yeni üye kabulü mümkün.

Kulübün yüksek duvarlarından içerisinin görülebildiği tek yerden dikizlerseniz, kortların bakımsız olduğunu görürsünüz. İsmi “tenis kulübü” olsa da bu mekanda tenis pek fazla oynanmaz. İçeride genelde başka oyunlar ve oyun planları vardır.

Külübün ismini ilk kez Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt ve eşi Ferda Paksüt’ün dinlenme iddisıyla duydu pek çok kişi.

Oysa İran Caddesi 4 numaradaki bu mekan, özel buluşmaların, kaçamakların, ya da gizli toplantıların yapılabilmesi için biçilmiş bir kaftan.

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt ve eşi Ferda Paksüt, 13 Mayıs’ta Tenis Kulübüne giderken Doblo marka bir polis aracının kendilerini dinlediği iddiasını gündeme taşımışlardı.

Ferda Paksüt daha sonra Ergenekon Operasyonu kapsamında ifade vermek durumunda kalmıştı. Geçtiğimiz hafta da Paksüt’ün “yasal olarak” dinlendiği ortaya çıktı. Bu durum medyada “İddia doğruymuş o araç Paksütleri dinliyormuş” şeklinde verildi. Oysa yasal olarak dinlenenlerin peşine araç takılmıyor. Merkezden takma yöntemiyle kolayca hallediliyor bu işler.

Her bir üyenin oy birliğiyle alındığı bu mekanın üyeleri arasında sıkı bir güven ilişkisi var. Bu “aynı dünyanın” insanları olmalarından kaynaklanıyor. Eşine az rastlanır homojenlikte bir topluluk.

İşte bu durum, şu sıralar üyeler arasında tedirginlik konusu. Kulübün iki sıkı müdavimi Turhan Çömez ve Ferda Paksüt’ün Ergenekon’a takılması, bu homojenlikteki grup için tedirgin olmaya yeter bir sebep. Uyanık üyelerin şimdiden kulüpten ufak ufak yol aldığı konuşuluyor.

Bunda, Ferda Paksüt’ün Ergenekon Operasyonu kapsamında verdiği ifadeden tek bir satırın bile medyada yer almaması en büyük etken. Ergenekon sanıklarının hemen hepsinin ifadelerine belli ölçüde ulaşabilen gazeteciler, Ferda Paksüt’ün ifadesinde resmen duvara tosladılar.

Ferda hanımın ne kadar konuştuğu, neler anlattığı en çok külüp üyelerini tedirgin ediyor olmalı. Ergenekon’un, kulüp ve Paksüt’le bağlantıları sadece Turhan Çömez’le sınırlı olmayabilir.

Ergenekon terör örgütü kapsamında aranan Turhan Çömez’e -kendisi de Ergenekon’dan ifade vermek durumunda kalmadan önce- yakın dostum demekten çekinmeyen Paksüt, kamuoyu önünde bu ölçüde konuşabiliyorsa, içeride nasıl konuşmuştur acaba?

Acaba gizemli buluşmalarının mekanı olan Tenis Kulübünde, bazı üst düzey şahıslar ile devlet görevlileri arasında çok özel sohbetler yapılmış mıdır?

Herşey Ferda Paksüt’ün uzun saatler boyunca verdiği ifadenin ortaya çıkmasıyla belli olacak. Ankara Adliyesi’ndeki muhabirlerin alttan girip üstten çıkmalarına rağmen sözkonusu ifadelere ulaşamamaları; İstanbul’daki Ergenekon muhabirlerinin de tek satır bilgi elde edememeleri ilginç bir durum.

Bakalım uzun Ergenekon yolunda kimler savcılarla işbirliği yapıp paçayı kurtaracak, kimler yanacak?

(Cevheri GÜVEN, 11-2008)

 

Aydın Doğan ve 1 Numara

Ergenekon iddianamesinde ‘yönetici’ olarak gösterilen ‘1 Numara’nın adı 17 kez geçerken, Aydın Doğan adı 92 kez kullanılıyor. Birçok önemli bağlantı ve konuşmada Doğan adı var.

Ergenekon kayıtlarında inanılmaz diyaloglar

İddianameye giren Ergenekon sanıklarına ait telefon dinleme tutanraklarında Aydın Doğan ile Ergenekon terör örgütü yöneticilerinin ilişkileri de gözler önüne serildi. Konuşmalarda Radikal gazetesinde Veli Küçük hakkında ‘Nerede Faili Meçhul Orada Veli Küçük’ başlığıyla çıkan haberden sonra Küçük’ün ‘Doğu Perinçek gitsin Aydın Doğan ile görüşsün’ dediği, Perinçek’in Aydın Doğan ile bu konuda görüştüğü anlatılıyor. Aydın Doğan da ‘Veli Paşa’ya söyleyin Hürriyet her ne kadar bende görünse de Hürriyet Gazetesi benim değil Koç’un’ diye mesaj gönderdiği ayrıntılarıyla anlatılıyor.

Veli Küçük anlatıyor

Aydın Doğan’ın Ergenekon terör örgütü yöneticilerinden Veli Küçük ile ilişkisini ortaya koyan telefon kayıtları iddianameye girdi. Veli Küçük, bir telefon görüşmesinde Aydın Doğan’dan kukla olarak bahseden ergenekon zanlısına ‘Hayır hayır o kukla değil, görevini yapıyor’ diyor. 8 Ocak 2008 günü Veli Küçük ile Vedat Yenerer arasında gerçekleşen görüşmede Vedet Yenerer’in ‘Aydın Doğan bunlara hizmet ediyor olamaz bu kadar yani bu kadar olamaz yani Aydın Doğan Kukla gibi ya kukla bütün gazeteleri ve televizyonları … vaziyette’ dediği bunun üzerine Veli Küçük’ün ‘Hayır hayır kukla hayır kukla değil o da görevini yapıyor’ dediği tespit edildi. Bunun üzerine Vedat Yenerer’in ‘Yani hayır hiç bir gücü filan yok onun yani o kadar güçsüz ki onlann karşısında onu anlıyoruz yani’ dediği, Küçük’ün de ‘O da görevini yapıyor Onun görevi de öyle bir şey ya maalesef’ ifadelerini kullandığına dair telefon kayıtlar iddianamede yer aldı.

Doğan bizim tarafa geçti

İddianameye giren Doğu Perinçek ile Bedri isimli şahıs arasında 5 Şubat 2008 günü saat 16.27’de yapılan telefon görüşmesinde ise iddianamede savcılarca şu şekilde yer verildi: ‘…İlerleyen görüşmede kendisinin ‘Baksana Ertuğrul Özkök bey bizim tarafa geçti’, ‘Aydın Doğanlar bizim tarafa geçti’ dediği, Bedri’nin ‘Evet abi TÜSİAD abi TÜSİAD bu tarafa geçti yani’ dediği tespit edilmiştir.

Değişime övgü yağdırmıştı

Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, 23 Şubat 2006’da ‘Maocular en çok ne olur’ başlıklı yazısında, Doğan Grubu’na bağlı Ekonomist dergisince Hedef Alliance Başkanı olarak ‘Yılın Girişimcisi’ seçilen Ethem Sancak’ı anlatmıştı. 70’lerden bir ‘arkadaş grubu’ndan söz eden Özkök, çoğunun Doğan Yayın Holding’de üst düzey yönetici veya usta gazetecilerden oluştuğunu vurgularken, ‘bir isimle yakın zamanda tanıştığını’ belirterek, ‘Yılın Girişimcisi’ ödülü alan Ethem Sancak’ı şöyle tanıtmıştı: ‘Ethem Sancak’ın patronu olduğu Hedef Alliance, Türkiye’de ilaç dağıtımının yüzde 40’ını kontrol ediyor. Son bir yıl içinde Ethem Sancak’la Anadolu’da bazı şehirleri birlikte gezdik. Uzun sohbetler yaptık.

Bana göre içindeki ‘devrimci’ aynı heyecanıyla yaşıyor. Ülkesinin sosyal sorunlarına hala aynı ölçüde hassas. Törende ben de bir konuşma yaptım. Konuşurken gözüm bir ara Ethem Sancak’a takıldı. Orada bir daha anladım ki, bu dünyayı, ancak kendisi de değişebilen insanlar değiştirebilir.’

(aktifhaber.com, 11-2008)

 

JİTEM’in asit ölüm çukurları nerede?

Ergenekon’u deşifre eden, kilit adam, kara kutu Tuncay Güney’in, şehir efsanesi haline getirilen medyatik yaşam öyküsü, ilişkileri sanal mı, gerçek mi bilinmiyor. Güney’in en önemli özelliği 1990′lı yılların derin paşası Veli Küçük ile 9 yıl süren sıkı fıkı ilişkileri. Karakutu Yayınları tarafından yayımlanan Toronto’da yaşayan gazeteci Faruk Arslan’ın kaleme aldığı Karakutu: Ergenekon’un Karanlık İsmi Tuncay Güney kitabında gizemli tanık, yine şok açıklamalarda bulunuyor. Güney, JİTEM elemanları tarafından PKK’ya yataklık gerekçesiyle yargısız infazlarla öldürülen binlerce Kürt kökenli vatandaşın cesetlerinin asit çukurlarında eritildiği için bulunamadığını savunuyor.

Bu oldukça orijinal ve yeni bir bilgi. Güney, kemikleri dahi eriten asitle dolu ölüm çukurlarını bulmak için JİTEM’in 1990′lı yıllarda Güneydoğu bölgesinde kullandığı BOTAŞ tesislerine bakılmasını tavsiye ediyor.

Faili meçhul cinayete kurban giden 18 bini aşkın çoğu Kürt kökenli vatandaşımızın mezarının nerede olduğunu yıllardır kimse bilmiyor, nerede olduğunu sorgulamıyor veya sorgulamaya cesaret edemiyor!

Asit çukurlarının Güneydoğu’nun neredesinde kazıldığını bilen az sayıda insan olduğunu, Veli Küçük’ün bunlardan biri olmasına rağmen konuşmadığına değinen Güney’in verdiği bir de net adres var, kitapta şöyle anlatılıyor:

“Küçük’ün ekibi ve JİTEM’cilerin kullandığı mekanlar buralarıydı. Net adres olarak, Habur sınır kapısına giderken Mardin’in eski ilçesi Cizre’den sınıra yakın yerde solda karşına bir tesis çıkar, askerler koruyordur. Orayı kazarsan çok ceset çıkar. BOTAŞ’ın Diyarbakır, Batman, Adıyaman’da da işletmeleri bulunuyor, oralara da bakılsın.”

Asiti nereden bulmuşlar sorusuna klasik cevap veren Güney, ‘İzmit’te bir sürü fabrika var, Küçük’ün selamı bile emirdir. Ayrıca uyuşturucu ticaretinde asit lazım olduğu için asit getirmede uzmanlaşmışlardı.’ diye konuşuyor.

Doğu Perinçek, Güney’i CIA elemanı olarak lanse ediyor, ve Güney’in Türkiye’ye getirilip ifadesinin alınmasını talep ediyor. Arslan kitabında Güney’in CIA ajanlığını oldukça komedi dram bir olayla çürütmüş. Takip edelim:

Şubat 2008′de Muhammed El Attar’ın Mısır’da İsrail lehine casusluk yaptığı suçlamasıyla tutuklanmasının ardından Kanada’da yaşayan üç isim MOSSAD’a casusluk olayıyla gündeme gelmişti. Bu üç isimden birisi olan Daniel Levi, Tuncay Güney’in kullandığı bir isim.

Mısır’ın Attar’ı tutuklamasının ardından CIA’ye bağlı bir ekip, Toronto’da Tuncay Güney’in yaşadığı eve baskın yaptı. Yapılan baskında, CIA ekibinin başında sarışın güzel bir kadın var.

Tuncay Güney’e kimliğini gösteriyor ve ilk söylediği şu oluyor: Mossad’a çalıştığını biliyoruz. Arkadaşlarıyla oturan Güney’i ayrı bir odaya alan CIA ajanı kadın, sadece Attar ile ilgili sorgulamak istiyor. Ancak şok bir bilgi ile karşılaşıyor. Alemi birbirine katan, bunca iş karıştıran, CIA ajanı olduğuna CIA’nın bile güldüğü Tuncay, İngilizce bilmiyor. En önemlisi CIA, Tuncay’ın İngilizce bilmediğini bilmiyor. Mossad’a bordrolu çalışmadığını, sadece birkaç yaptığı parça iş karşılığı para aldığını bilmiyor. Bu parça işleri ABD’den Emin adlı bir Türk Rabbe’den görüntülü MSN aracılığıyla aldığını bilmiyor. İstenilen raporları, oraya gönderdiği için sanırım Mossad ajanı sanıyorlar.

Baskın sırasında evde bulunan kişilerden birisine- (yazarın) arkadaşı, tercümanlık yapması için ricada bulunuyor sarışın güzeli CIA ajanı. İngilizcesi yeterli olmayan Tuncay Güney’e sorgu sırasında tercümanlık yapan genç, bunları anlatırken gülmekten yerlere yatıyor. CIA, zorluk çıkarmadan verdiği bilgilerden dolayı Tuncay Güney’in adresine 100 dolarlık bir çek gönderiyor. Güney, bu olayı önce reddediyor, sonra kabul ediyor. Türkiye’den en az on gazeteci, bu haberi Güney’in CIA ajanlığına delil olarak sunuyor. 100 dolar alıyormuşsun ya diyorlar. CIA efsanesi bitiyor.

(Nuh Gönültaş, Bugün)

 

Abdullah Çatlı’nın kardeşinden tarihi itiraflar

Türkiye’yi derinden etkileyen ve Ergenekon Davası’nın da bel kemiğini oluşturan Susurluk kazasının yıl dönümünde Abdullah Çatlı’nın kardeşi Zeki Çatlı, gündemi sarsacak açıklamalarda bulundu. İşte Bugün gazetesinde yer alan açıklamalar:

Susurluk kazası sizin için ne ifade ediyor?

3 Kasım 1996 öncelikle Çatlı ailesi, daha sonra Nevşehirliler, daha genişlettiğimizde Türk Milleti, milliyetçiler, ülkücüler için büyük ve acı bir kaybın yaşandığı gün. Aynca Türk Devleti’nin ve Türk Mille-ti’nin hainlerine ve düşmanlarına karşı önemli bir refleksinin yok edildiği tarihtir. Başsağlığı için gelen bir misafirin dediği gibi, istihbarat terazisinin tersine döndüğü tarihin başlangıcıdır.

Kaza haberim nasıl aldınız?

Haluk Kırcı, Drej Ali, ağabeyimin şoförü Habib gibi dostlarımızın telefonla aramasıyla pazar akşamı saat 19.30-20.00 sıralarında öğrendim. Ağabeyi kaybettik’ dediler. İnsanın o an başı dönüyor.

Çatlı yurtdışına nasıl kaçmıştı?

1978 sonundan 1996′ya kadar 18 yıl kaçak yaşadı. Kaçak olduğu ilk yıllarda İstanbul’a yerleşti ve kamufle oldu. Bu arada ağır suçla arandığı için başta ben olmak üzere birçok dostu yurtdışına çıkmasını istiyorduk. Buna direniyordu. “Önce arkadaşlarım” diyordu. Her bir arkadaşı için canını verebileceğini bizzat bana söyledi. Dediği gibi de yaptı. Önce arkadaşlarını kaçırdı. Bunlar içinde Ağca da vardı. Kendisine sıra gelmedi. İhtilalden 5-6 ay sonra bir gemiyle kendi gayretleriyle yurtdışına kaçtığını duyduk.

O zamanlar en rahat Avusturya idi. İlk etapta oraya gitti. Daha sonra İngiltere’ye gitmeyi denediğinde yakalanıyor. Kimliğini ve bütün parasını tamamen alıyorlar. İki polisle birlikte demiryoluyla Türkiye’ye iade edilmek üzere gönderiliyor. Yugoslavya’da iki polisi yanıltıp hareket halindeyken trenden atlayarak kaçıyor. Hiç parası ve kimliği yokken 5 yıldızlı bir otele yerleşiyor. Almanya’dan arkadaşlarını çağırmış. O Almanya’ya dönerken, iki polis Türkiye yolundaydılar.

Orada nasıl hayat sürüyordu?

Dolaşım zorluğu çektiklerini anlatmıştı. “Tren yolunda yaşıma uygun cenaze bulursam kimliğimi onun üzerine koyup, onun kimliğini ben alacağım. Öldüğüm düşünülecek. Annemi ve babamı, çevreyi ona göre organize edersin” demişti. 1983′ün sonuna doğru Kenan Evren destekli ASALA operasyonu teklifi gelene kadar bu şekilde yurtdışında sancılı dönemler yaşadı.

Kaçaktı, ama devlet onu nasıl bulacağını biliyordu yani.

Yerini bilip bilmediklerini bilmiyorum. Ancak, birtakım dostları kanalıyla bağlantı kurup Fransa’da görüştüklerinde, sizin sorunuzu ağabeyim devletin temsilcilerine soruyor. “Neden bana geldiniz?” diyor. Onlar da “İstediğin anda Avrupa’da, hatta dünyanın birçok ülkesinde önemli işler yapabileceğini biliyoruz. Kumaşını biliyoruz” diyorlar. Ağabeyim, Fransızca’yı yazıp konuşabiliyordu, İngilizce ve Aİmanca biliyordu.

Nasıl bir görüşme geçiyor?

Devletin temsilcilerinin “Teklifimizi kabul etmek için bizden ne istersin?” sorusuna “Ben kendim için hiçbir şey istemem. Bu davanın lideri olan Alparslan Türkeş cezaevinde, birinci isteğim onun bırakılması. İkincisi Haluk Kıra ve arkadaşları başta olmak üzere bütün ülkücülerin idamının durmasını istiyorum” cevabını veriyor. Türkiye ile birtakım telefon görüşmeleri yaptıktan sonra “Birinci isteğin biraz zaman aldıktan sonra (birkaç ay sonra) olacak. İkinci isteğin hemen olacak” diyorlar. Ağabeyim “Sizin sözünüze nasıl inanayım?” diyor. Onlar da ‘Az önce telefonla görüştüğümüz yerler çok yüksek makamlardı. Biz burada Devlet Başkanı Kenan Evren’in bilgisi dâhilinde bulunmaktayız. Sonuçta önemli tahliyeler ve idamlar onun onayından geçmiyor mu?” diyorlar. Ağabeyim de “Tamam” diyor.

Devletin temsilcileri aradıkları kişiyle yurtdışında buluşuyor ve ASALA operasyonunu teklif ediyor. Kırmızı bültenle aranıyordu.

Sız bunu nasıl duydunuz?

1984 yılbaşına doğru bana “Bir sürprizim var. Annemi, babamı da al İstanbul’a hep beraber geçin” dedi. Verilen adrese gittik. Kapıyı çaldığımızda karşımızda elinde sigarasıyla, kollarını sıvamış, rahatça oturan ağabeyimi görünce çok şaşırdık. Tarih 5 Ocak 1984 idi.

Hangi kimlikle gelmişti?

Devletin ASALA operasyonları çerçevesinde kendisine tahsis ettiği pasaportta ismi Hasan Kurdoğlu idi. Pasaportu kendi gözlerimle gördüm. Çok endişelendik. ‘Ağabey deli misin? Nasıl geldin?” diye sordum. İkinci gün bize 6 yıl avunduğum yalanı söyledi. “Yurtdışında bir paşanın çocuğunu Dev-Solcular kaçırmış biz de onu kurtardık.

Paşanın bize 1 haftalık aile ile görüşme ikramı” dedi. 6 yıl sonra mı öğrendiniz?

Tabii, tekrar yurtdışına çıktı. 6 yıl sonra Türkiye’ye cezaevinden kaçıp geldiğinde, bir dergiden ASALA operasyonlarına ilişkin bilgileri öğrendim. Operasyonun kod adı: MARSİLYA. Operasyonu yöneten ülkücü terör timinin başındaki liderin kod adı: UFUK (Abdullah Çatlı). Bu MİT tarihine de bu şekilde geçmiştir. Fakat, bir kısım bilgiler çıkan yangında yanmış olabilir. Yanmadıysa hala mevcuttur.

Cenaze toprağa verilmeden önce ilginç bir olay yaşadınız mı?

Hastane morguna pazartesi günü koymuştuk. Cenazenin başında bekleyen nöbetçi çocukları gönderdiklerini ve ağabeyimin parmak izini aldıklarını öğrendim. Önceleri bunun ne anlama geldiğini kestiremiyordum. Sonra, araştırdım. Parmak izinin negatif-pozi-tif yapılarak, orijinali gibi başka yere taşınması teknik olarak mümkünmüş. Morgda parmak izi almalarının 4 ay sonra dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’in “Topal’ı vuran silahta Çatlı’nın parmak izi var” açıklaması ile ilişkisi olabileceğini düşündüm.

Vücudunda kurşun izi var mıydı?

Cenaze yıkanırken basındaydım. Trafik kazasından kaynaklanan sol kaşının üstünde çökük vardı. Sağ om-zuyla, ayağının birisinde kırık vardı. Başka hiçbir iz yoktu.

Öldürülmüş olabileceğini hiç düşünmediniz mi?

Düşünmedik. Ama düşünülebilirdi. Onun karşısına çıkacak hiçbir yiğit olmadığını düşünüyorduk. Hiç kimsenin ona yumruk attığını veya silah doğrulttuğunu duymadık. İstanbul’da bazen akşamlan efkârlandığında tek başına dolaşırdı. Arkadaşları ‘Ağabey yalnız nereye gidiyorsun?” dediklerinde gülerek, “Siz rahatınıza bakın. Onlar benim karşıma çıkamazlar” derdi. PKK, Dev-Yol, Dev- Sol, vatan hainleri elbette onu sevmezdi.

Ağabeyiniz doğrudan MiT’le mi çalışıyordu?

MİT’le, daha genel olarak devletle diyebiliriz. Bir konuya dikkat çekerdi. “Biz onlarla prensip anlaşması yaptık” diyordu. Ast üst ilişkisi veya sürekli bir ilişki yoktu. “Benim başıma bir iş geldiğinde onlar hiçbir şeklide karışmayacaklar ve kabullenmeyecekler’ diye bahsetmişti.

Anlaşma ne kadar sürdü?

Ağabeyim pasaport yenilemek için bir zencinin evine gönderiliyor. Evde zenciye ait olduğu mahkemece belirtilmiş 300 gram eroin çıktığında ağabeyime suç isnad edildi. Hâlâ mektubu bende mevcut. “Gerçek kimliğim çıkmazsa hemen çıkacağım” diye yazmıştı. Ancak, gerçek kimliği ortaya çıktı. Fransa’da ve İsviçre’de 6 yıl hapis yattı. Dolayısıyla prensip anlaşması da o gün itibarıyla sanırım sona ermiştir.

Abdullah Çatlı ne zaman Mehmet Özbay oldu?

1990 yılında Türkiye’ye geldikten sonra İstanbul’da Bahçelievler’de kirada oturdu, daha sonra bir kısmı borçla Florya’da ilk ve son dairesini aldı. 1993′te ticari hayata girdi. Haluk Kırcı ile birlikte ithalat ve ihracat kursuna gittiler İstanbul’da.

Hâlâ kırmızı bültenle aranıyordu. 1993′te PKK’nın azgınlaş-masıyla birlikte, devletin bazı birimleri tarafından kendisine ihtiyaç duyulduğu ifade edildi. Tekrar devletle çalışmaya başladı. 1990′lı yıllarda geldiğinde Şahin Ekli ismini kullanmıştı, daha sonra Mehmet Özbay adını kullanmaya başladı. PKK ile mücadele de istihbarat konusunda devletle birlikte çalıştı. Mehmet Özbay olarak defalarca Şam’a gitti.

Ergenekon çerçevesinde devletteki yapılanmadan bahsediliyor.

Ergenekon yargıda olduğu için yorum yapmak istemem. Fakat, ağabeyimi Ergenekon’da yargılananlarla aynı karede görmek yanlış. Çünkü onların içinde terörist başı Apo ile el sıkışanlar var. Oradakiler ulusala, ağabeyim ülkücüdür. Beraberlikleri olamaz, ancak zıtlıkları olabilir.

Ağabeyiniz kullanıldı mı?

Ağabeyim mi devleti kullandı, devlet mi ağabeyimi kullandı bilemem. Kırmızı bültenle aranırken Florya’daki evinde oturdu.

Miras bıraktı mı?

Evi ile arabasından başka çocuklarına da hiçbir mirası kalmamıştır. Çünkü yoktu.

En son hangi ismiyle hitap ediyordunuz?

Ahmet Ağabey diyordum. Babamla ondan bahsederken kendi aramızda “hafız” derdik.

Sık mı görüşüyordunuz?

Ara sıra görüşüyorduk.

Ölmeden önce en son ne zaman görüştünüz?

Kazadan birkaç gün önce telefonla görüştük.

Neredeydi?

Ben Nevşehir’deydim, o İstanbul’da.

Şehir dışına çıkacağından bahsetmiş miydi?

Hayır bahsetmedi.

Size anormal gelen bir şey var mıydı telefonda görüşürken?

“Birtakım i… etrafı sarmış” diye bir cümle sarf etti.

Sizce Çatlı tasfiye mi edildi?

Son açıklamalardan bu çıkarılıyor.

(aktifhaber.com, Kasım 2008)

 

Aydın Doğan gücünü nereden alıyor?

Türkiye’nin en güçlü medya baronlarından biri olan Aydın Doğan . Kelkitli bir toprak ağasının oğlu olan ve çok genç yaşta İstanbul’da zahirecilik ve ecza deposu sahipliğiyle iş hayatına başlayan Aydın Doğan bugünkü yerine nasıl yükselebildi acaba?

Bunun cevapları geçmişte gizlidir. İşin gerçeği, Aydın Doğan’ın arkasındaki esas güç Koç Ailesi’dir. Vehbi Koç’un rahatlıkla kullanabileceği ve dikkat çekmeden rakiplerine çelme takabileceği bir örtüye ihtiyacı vardı, bunu da kendisinin otomobil bayilerinden birisi olan Doğan’ı önce zengin edip sonra da dünyasına sokarak yaptı.

Doğan’ın zengin edilmesi operasyonu, diğer otomobil bayilerine üretim kısıtlı diye günde 3 araba gönderilirken Doğan’ın bayisine günde 300 araba gönderilmesiyle yapıldı. Zaten çok büyük olan araç talebini İstanbul’da tek karşılayabilen bayi haline getirilen Doğan kısa zamanda zenginleşti. Bunun ardından Milliyet’i o zamanki sahibi Ercüment Karacan’dan almak için teklif yaptı. Bu teklif gazetenin esas gücü Abdi İpekçi ve ekibi tarafından ret edildi.

Bunun sebebi Abdi İpekçi’ nin Doğan’ın arkasındaki gücün kim olduğunu bilmesi ve bunun peşinden neyin geleceğini tahmin etmesiydi. Abdi İpekçi ‘nin direnişi yüzünden akamete uğrayan medyayı ele geçirme planı, İpekçi’ nin daha sonra zavallı bir delinin üstlendiği son derece profesyonelce bir suikastla ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşti. Bugüne kadar kendilerini çok solcu görerek İpekçi suikastını “her zamanki şüphelilere” yamayanlar nedense hiçbir zaman bu suikasttan ticari yarar sağlayan odakları göremediler. Ya da görmek istemediler.

Doğan’ın, Türkiye’nin bir otomotiv üretim üssü olmasını nasıl ngellediğini bilir misiniz peki. Bundan yıllar önce Japon Mazda firması Türkiye’de bir fabrika açmaya niyetlendi. Bize tam bir teknoloji aktarımı yapacak ve bir süre sonra retimi tamamen bize bırakacaktı. O dönemde Koç’lar tenekeden italyan arabalarına isimleri verip bizlere satmakla meşguldü bu proje için Halis Toprak seçildi. Bir Japon heyeti gerekli görüşmeleri yapmak için , Türkiye’ye geldi bu sırada Doğan’ın ekipleri haberi almış ve Japonların peşine düşmüştü. Türkiye’de Toprak Holding’in Japonlarla fabrika kuracağı haberini hemen Koç’lara yetiştirdiler.

Sonra bir anda Milliyet gazetesinde Toprak Holding’in bir firması hakkında vergi yolsuzluğu iddiaları başladı ve devlet göreve davet edildi. Piyasaya da birileri Toprak’ın firmasının zor durumda olduğu haberini yayıyordu. kısa sürede panikleyen müşteriler alacaklarını hemen isteyince firma cidden krize girdi ve anında görev başına koşan maliye tarafından el konuldu.

Bu olaylardan sonra Toprak Japonlarla ilişkisini kesti ve aynı anda Milliyet’in haberleri de duruverdi. Bizlerde tenekeden yapılma arabalara binmeye devam ettik. Japonların ikinci bir girişimi de ünlü bir işadamımızın kardeşinin öldürülmesiyle kesilmiştir bilenler bilir. Sayın Doğan’ın ülkemize ettiği en büyük “hizmetlerden” biri de AKP hükümetini başa getirmesidir.

Bunun için Amerika destekli ve birden fazla grubun ortaklaşa hareket ettiği bir komplo kuruldu. Komplonun diğer faaliyetleri sonucu ekonomik kriz yaratılmış, hükümet sallantıya alınmış ve başbakanın sağlık durumu hakkında halk paniğe sevk edilmişti.

Seçim kelimesi kamuoyunun kafasına itinayla yerleştirildi. Fakat suni ekonomik kriz ve ardından gelen Derviş önlemleri sayesinde bu seçimin iktidar partileri için felaket olacağı gün gibi ortadaydı. Biraz daha beklenmesi ve halka olanların tam olarak açıklanıp alınan ekonomik tedbirlerin etkisinin kamuoyuna yansımasının sağlanması gerekiyordu.

Bunu bilen hükümet üyeleri normal seçim tarihine kadar beklemeyi uygun gördüler Normal şartlarda AKP ve Erdoğan’ın tek başına iktidara gelmesi imkânsızdı ama Amerika’nın Irak işgali ve Kıbrıs gibi meseleler bekleyemezdi.

Amerika ve Avrupa’yla uyumlu bir hükümetin acilen iş başına getirilmesi gerekiyordu. Eğer bu sağlanamazsa en azından iktidarın MHP kanadı tasfiye edilmeliydi, çünkü DSP içine malum kişiler zaten sızmıştı ve gerektiği zaman partiyi yönlendirecek güce sahiptiler.

Tam bu aşamada Doğan müthiş bir plan kurdu. MHP dışındaki bazı partilerin liderleri ve DSP içindeki kliğin başı olan Hüsamettin Özkan Almanya’ya gazete tesisi açılışı bahanesiyle çağrıldı. Plana göre burada MHP’nin dışlanacağı ve siyaseten etkisiz hale getirileceği alternatif bir hükümet kurulacak veya bu toplantının verdiği mesajla MHP seçime zorlanacaktı. MHP’nin bir üçüncü seçeneği yoktu ve her iki seçenekte de sonuçta kaybedecekti.

Hepinizin bildiği gibi bu toplantıdan sonra MHP seçime gitme kararı aldı ve vuruşarak çekilme yolunu seçti. Seçimlerde Doğan medyası önceden hazırlanmış psikolojik harekât planıyla AKP dışındaki tüm partileri yıpratarak bugünkü hükümetin yolunu açtı.

Sayın Aydın Doğan’ın eski “iyiliklerini” anlattıktan sonra gelelim son iyiliğine. Aydın Doğan bu günlerde de Avrupa Birliğiyle ortak olarak Kıbrıs Amerika ve İsrail’le birlikte de Güneydoğu Anadolu projesi üzerinde çalışıyor. Bu operasyonlarla ilgili olarak Dogan Vakfı kullanılmakta. Doğan Vakfı bu iş için Amerika Washington’da “Hasna” isimli bir dernek kurdu.

Bu derneğin Internet adresi www.hasna.org. Bu derneğin başında Nevzer Gülümser Stacey adında karışık bir şahsiyet bulunuyor. Derneğin ilk amacı Kıbrıs’ta Avrupa Birliği politikasına uygun bir şekilde iki kesimli ve Rum hâkimiyetine dayalı bir devlet kurmak. Bu amaçla her ay onlarca Kıbrıs Türkü gazeteci ve yazar Amerika’ya gönderilerek burada yağlıballı geziler ve Rum tezlerini anlatan kurslara tabii tutuluyorlar.

Derneğin çıkardığı “Hasna Journal” isimli gazete de her sayısında Denktaş ve Kıbrıslı Türk milliyetçileri aleyhine türlü karalama ve küfür kampanyaları düzenliyor. Hasna’nın diğer bir ilgi alanı da GAP bölgesi. Burada sulama projeleri kapsamında İsrail’le işbirlği içinde Kibutzlar açılması ve bölge halkının kendi kendini yönetmesi kapsamlı çalışmalar var.

Doğan Vakfı’nın destek olarak avuç dolusu para verdiği bir diğeri dernek de Technology for Peace (Barış için teknoloji) kuruluşu. Internet adresi www.tech4peace.org olan bu kurumun başında nöroloji doktoru Yannis Lauris isimli Rum istihbaratıyla ilişkili bir Rum bulunmakta. Sayın Doğan’ın vakıf ve hayır faaliyeti adına giriştiği işler ne kadar ilginç değil mi? Sayın Doğan’ın ülkemize “geçmişte” yaptığı iyilikler için 1999 senesinde Devlet üstün hizmet madalyası aldğını göz önüne alırsak. Bu son faaliyetleri içinde Avrupa’dan “Legion de Honeur” ve Amerika’dan “Medal of Freedom” alacağını da tahmin edebiliriz.

Aydın Doğan neyin peşinde?

Aydın Doğan “geçmişte” yaptığı iyilikler(!) için 1999 senesinde ‘Devlet üstün hizmet madalyası’ almıştı. Aydın Doğan bu günlerde Avrupa Birliğiyle ortak olarak Kıbrıs, Amerika ve israil’le birlikte de Güneydoğu Anadolu projesi üzerinde çalışıyor.

Bu operasyonlarla ilgili olarak Doğan Vakfı kullanılmakta. Doğan vakfı bu iş için Amerika Washington’da “Hasna” isimli bir dernek kurdu. Bu derneğin Internet adresi www.hasna.org. Bu derneğin başında Nevzer Gülümser Stacey adında karışık bir şahsiyet bulunuyor. Derneğin ilk amacı Kıbrıs’ta Avrupa Birliği politikasına uygun bir şekilde iki kesimli ve Rum hakimiyetine dayalı bir devlet kurmak. Bu amaçla her ay onlarca Kıbrıs Türk’ü gazeteci ve yazar Amerika’ya gönderilerek burada yağlı ballı geziler ve Rum tezlerini anlatan kurslara tabii tutuluyorlar. Derneğin çıkardığı “Hasna Journal” isimli gazetede her sayısında Denktaş ve Kıbrıslı Türk milliyetçileri aleyhine türlü karalama ve küfür kampanyaları düzenliyor.

Hasnanın diğer bir ilgi alanı da GAP bölgesi. Burada sulama projeleri kapsamında israil’le işbirliği içinde Kibbutzlar açılması ve bölge halkının kendi kendini yönetmesi kapsamlı çalışmaları var. Doğan vakfının destek olarak avuç dolusu para verdiği bir diğer dernekte Technology for Peace (Barış için teknoloji) kuruluşu. Internet adresi www.tech4peace.org olan bu kurumun başında nöroloji doktoru Yannis Lauris isimli Rum istihbaratıyla ilişkili bir Rum bulunmakta. Aydın Doğan’ın vakıf ve hayır faaliyeti adına giriştiği işler ne kadar ilginç değil mi?

Aydın Doğan’ın ülkemize “geçmişte” yaptığı iyilikler(!) için 1999 senesinde Devlet üstün hizmet madalyası aldığını göz önüne alırsak. Bu son faaliyetleri içinde Avrupa’dan “Legion de Honeur” ve Amerika’dan “Medal of Freedom” alacağını da tahmin edebiliriz.

(Serdar Kuru)

 

Türkiye’de siyasetçilerin, basının, hatta üniversitenin gündeme en az getirdiği konuların başında tartışılan önemli konuların finansman meselesidir.

Ergenekon meselesinde en küçük detaylar bile basında tartışılmakta, hatta hiç gündeme gelmemesi gereken özel yaşama ilişkin konular ortalara saçılmakta ama bu çok kapsamlı işin finansman boyutu yine çok gerilerde kalmaktadır.

Susurluk meselesinde de çok şey konuşuldu ama çok masraflı bu örgütlenmenin finansal boyutu en az tartışılan konu oldu.

Ergenekon konusunda da durum pek farklı görünmemektedir.

Mahkeme süreci sonrası işin rengi daha da netleşecektir ama daha şimdiden ortaya saçılan ilişkiler hem ilginç hem de korkutucudur ama bu konuda da finansman meselesinin üzerine gerektiği ölçüde gidilebileceğinden benim kişisel endişelerim vardır.

PKK meselesinde finansman boyutu daha da ön plana çıkmaktadır.

Terör pahalı bir iştir ama PKK konusunda da örgütün, terörün finansman boyutu kimsenin ilgisini yeterince çekmemektedir.

Susurluk, Ergenekon, PKK terörü çok masraflı konulardır ve bu konuların üzerine iş olsun diye değil gerçekten etkin bir biçimde gidilmek isteniyorsa finansman boyutunu ön plana çıkaran bir mücadele yöntemi esastır.

Ama işin ilginç yönü, bu alana kimse girmek istememektedir.

İspanya narkotik polisi Cervantes adını verdiği kapsamlı bir uyuşturucu operasyonu sürdürmektedir ve bu operasyon kapsamında Mart 2008′den günümüze yaklaşık 38 kilo eroin ele geçirilmiştir.

Ve bu operasyonda Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları maalesef sürekli ön planda görünmektedirler.

27 Ekim’de yani yaklaşık üç gün önce bir küçük operasyonda 3,5 kilo eroin ele geçirilmiştir ve bütün Avrupa basınında bu konu işlenmektedir.

Oysa, her operasyonda yurttaşlarının adı geçen Türkiye’de basının, ilgili çevrelerin konuya yaklaşımı farklıdır.

Tam bir ay önce yani 29 Eylül 2008 günü Ağrı Gürbulak Sınır Kapısı’nda tam 350 kilo eroin yakalanmıştır.

Bu operasyonda yakalanan uyuşturucu, üç gün önce İspanya’da ele geçen uyuşturucunun miktar olarak tam yüz katıdır.

O gün basına yansıyan haberde yanılmıyorsam İtalya’ya otomotiv yedek parçası götürme kılıfı altında eroin taşındığı anlaşılmış, operasyon yapılmış ve TIR’ın şoförü gözaltına alınmış idi.

Bu haberden sonra da basında ve başka yerlerde bu ilginç işin fikr-i takibini yapana rastlamadım.

Söz konusu olan büyüklük yani 350 kilo eroin üç gün önce İspanya’da yakalanan ve tüm yabancı basının konuştuğu miktarın tam yüz katı idi ama küçük bir haberle geçiştirildi, kimse fazla ilgilenmedi.

İnternette “Gürbulak Sınır Kapısı” diye yazdığınızda karşınıza çok sayıda bilgi çıkmaktadır ve yine maalesef bu bilgilerin büyük çoğunluğu uyuşturucu haberleridir.

Bir ay önce yakalanan 350 kilo eroin ilk değildir ve benzer büyüklüklerde yani dev boyutlarda operasyonlar hep yapılmaktadır.

Bildiklerimiz, yakalananlardır ve işin iç yüzünü bilenler yakalanmayan/yakalanamayan partilerin çok daha büyük olduğunu ifade etmektedirler.

Doğrusu bir sınır kapısının hâlâ kontrol altına alınamamış olması çok ilginç görünmektedir.

Yüksekova gibi küçük bir ilçenin de uyuşturucu meselesinde denetlenemiyor olması başka bir garabettir.

Bir vesileyle, daha doğrusu Uluslararası Nakliyeciler Derneği’nin nazik bir davetiyle Ağrı Gürbulak Sınır Kapısı’nın açılış törenine katılmış idim.

Bu sınır kapısı, küçük ve modern bir kapıdır ve uyuşturucu ticareti yapanların bu kapıya mallarını bu kadar güvenle nasıl getirdikleri de izaha muhtaç başka bir konudur.

Gürbulak ve benzeri kapılarda görev yapan sivil ve askerî görevlilerin son yirmi senelik banka hesaplarının bir kontrolünün çok ilginç sonuçlar üretebileceği kanısındayım.

Doğal olarak buralarda görev yapmış ve bu pisliğe bulaşmamış görevliler de vardır ve bu insanlara bugün düşen görev, bildiklerini tüm açıklığıyla kamuyla paylaşmalarıdır.

Susurluk, Ergenekon, PKK gibi konular bu ülkenin başında büyük belalardır ama bu belaların finansman boyutunun gündeme ciddi biçimde getirilmeden çözülmeleri ve yenilerinin üremesinin engellenmesi mümkün değildir.

(ESER KARAKAŞ, 2008)

                                                                               

Önceki                                                                                                                              Sonraki

 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol